Geçtiğimiz günlerde Kazakistan’ın ev sahipliğinde, Semerkand’da düzenlenen Orta Asya–Avrupa Birliği Zirvesi; katılımcı ülkelerin çeşitliliği ve gündem maddelerinin genişliğiyle diplomatik anlamda dikkat çekici bir moment yarattı. Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Avrupa Birliği’nden Avrupa Konseyi Başkanı António Costa ile Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in katıldığı zirve, sadece güncel meselelerin değil, uzun soluklu bir diplomatik sürecin bugünkü izdüşümünü de yansıtıyordu.
Zirveye giden süreçte yaşanan temaslar aslında bu tabloyu önceden haber veriyordu. 9 Ağustos 2024’te Kazakistan’ın Astana kentinde düzenlenen Orta Asya Devlet Başkanları Altıncı İstişare Toplantısı, bu açıdan kritik bir dönüm noktasıydı. Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in onur konuğu olarak katıldığı ve BM Orta Asya Önleyici Diplomasi Bölgesel Merkezi Temsilcisi Kaha İmnadze ile birlikte yer aldığı toplantı, 2018’den bu yana düzenlenen istişarelerin devamı niteliğindeydi. Pandemi nedeniyle yalnızca 2020'de kesintiye uğrayan bu süreç, bölgesel diyaloğun kurumsallaşmakta olduğunu gösteriyordu.
Ekim 2023’te Lüksemburg’da kabul edilen AB-Orta Asya İlişkilerini Derinleştirme Ortak Yol Haritası; bu zirvenin diplomatik bir vitrin olmanın ötesinde, sürdürülebilir bir ortaklık vizyonunun parçası olduğunu ortaya koydu. Bu sürecin ardından gelen bir başka dikkat çekici gelişme ise Özbekistan, Kazakistan ve Türkmenistan’ın Kıbrıs Cumhuriyetine büyükelçi atamalarıydı. Hatırlatmak gerekir ki; bu üç ülke, Türk Devletleri Teşkilatı'nın asil üyeleri ve teşkilatın gözlemci üyesi ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti.
Zirvede verilen mesajlar da bu çerçevede değerlendirilmeli. Semerkand’daki açılış konuşmasında Avrupa Konseyi Başkanı Costa, Özbekistan Cumhurbaşkanı Mirziyoyev’e ev sahipliği için teşekkür ederken, Semerkand’ın tarihî mirasına ve Avrupa ile Asya arasında kurduğu kültürel köprüye vurgu yaptı. Avrupa Birliği’nin bölgeyle güçlendirilmiş ortaklıklar kurma niyetini yineleyen Costa, çok kutuplu dünyada barış, güvenlik ve sürdürülebilir kalkınma adına uluslararası hukuka saygı temelinde işbirliğini artırma arzusunu dile getirdi.
Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ise konuşmasında şu ifadeleri kullandı:
“Bugün, Orta Asya ve Avrupa arasında yeni bir Stratejik Ortaklık kuruyoruz. Birbirimize daha da yaklaşıyoruz. Bu ortaklık; enerji, güvenlik, dijitalleşme ve turizm gibi birçok alanda yeni iş birliği fırsatları yaratacak. Güvenilir ortaklar hiç bu kadar önemli olmamıştı.”
Zirvede yayımlanan ortak bildirinin 4. maddesi ise oldukça çarpıcı bir diplomatik mesaj içeriyordu. Açık biçimde, BM Güvenlik Konseyi’nin 541 (1983) ve 550 (1984) sayılı kararlarına bağlılık vurgulanıyor; devletlerin egemenliği ve toprak bütünlüğüne saygı ilkesinin altı çiziliyordu. Türkmenistan’ın da kendi tarafsızlık statüsüne vurgu yaparak bu çerçevede hareket ettiğini belirtmesi, metnin genel diplomatik tonunu tamamlıyordu.
Bu ifadeler yalnızca KKTC’nin tanınmamasına değil, aynı zamanda Türkiye’nin 1974 Barış Harekâtı sonrası adadaki askeri varlığına ve KKTC’nin “ayrılıkçı” olarak nitelendirilmesine de destek anlamı taşıyordu. 550 sayılı karar, KKTC’nin ilanını açık biçimde “ayrılıkçı hareket” olarak tanımlar. 541 sayılı karar ise, KKTC’nin uluslararası toplum tarafından tanınmaması çağrısını içerir. Bu kararlar o dönemde ABD’nin çekimser, Pakistan’ın ise karşı oyuyla kabul edilmişti.
Zirve bağlamında hatırlatmak istediğim önemli bir husus, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 186 sayılı kararıdır. 4 Mart 1964 tarihinde alınan bu karar, Birleşik Krallık, Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkiye ve Yunanistan hükûmetleriyle yapılan istişareler neticesinde, Kıbrıs adasında bir Birleşmiş Milletler Barış Gücü (United Nations Peacekeeping Force in Cyprus) kurulmasını öngörüyordu. Bu karar, adadaki gerilimin uluslararası platformda resmî olarak tanındığı ve çözüm arayışlarının çok taraflı hale geldiği bir dönüm noktasıydı.
BM Barış Gücü’nün görev süresi içinde, tarafsızlık politikasıyla öne çıkan bazı ülkelerin bu güce komutanlık ettiğini de not etmek gerekir. Özellikle Finlandiya, bu alanda dikkat çeken örneklerden biridir. 1966-1969 yılları arasında Ilmari Armas-Eino Martola, 1994-1997 yılları arasında ise Ahti Toimi Paavali Vartiainen, BM Barış Gücü’nün komutanlığını üstlenmişti. Bu durum, güçlü ve tarafsız ülkelerin bile bölgesel krizlerde aktif diplomatik roller üstlenebileceğini gösteriyor.
Zirvenin sonunda yayımlanan 20 maddelik ortak bildiri; iyi niyet temennilerinin ötesine geçerek, somut işbirliği alanlarını işaret etti. “Yüksek düzeyli güvenlik diyaloğu kurulması”, “kapsayıcı yeşil dönüşüm stratejileri”, “sınır aşan su kaynaklarının ortak yönetimi” ve “AB’nin kalkınma projelerine doğrudan desteğinin artırılması” gibi başlıklar öne çıktı. Afganistan’daki insani durumun bölgesel etkilerine dair ortak yaklaşımlar geliştirilmesi de bildirinin önemli bölümlerindendi.
İşin ekonomik boyutu ise başlı başına bir başlık. Yaklaşık 12 milyar euroluk bir iş birliğinden söz ediliyor. Ancak bu iş birliğinin hayata geçmesi, büyük ölçüde Türkiye üzerinden geçen lojistik hatların işlerliğine bağlı. Türkiye bu yolu açmadan, bu anlaşmanın sahada uygulanabilirliği ciddi şekilde sorgulanır.
Sonuç olarak, AB-Orta Asya Zirvesi yalnızca bir diplomatik buluşma değil; tarafların çok yönlü ilişkilerini yeniden tanımladığı, yeni bir dönemin başlangıcıydı. Ancak bu dönemin başarısı, alınan kararların ne ölçüde uygulanabilir olduğuna ve tarafların bu işbirliğine ne kadar sahip çıkacağına bağlı. Ortak açıklamada yer alan 20 maddenin ne kadarı gerçeğe dönüşür? Bunu zaman gösterecek. Ama şimdilik bildiğimiz bir şey var: Diplomasi, sadece niyet beyanıyla değil, sahadaki adımlarla şekillenir…