Bir ülkenin başka bir ülkenin toprağını satın almak istemesi, ilk bakışta akıl dışı ya da modern hukuka aykırı gibi görünse de, tarihsel bağlamda bu düşünce hiç de yeni değil. Yakın geçmişte Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Donald Trump'ın önce Danimarka'dan Grönland'ı satın alma talebinde bulunması, ardından Kanada'yı satın almayı gündeme getiren şaşırtıcı açıklamaları bu konuyu yeniden gündeme taşıdı. Oysa bu tür girişimler, tarihin çok daha erken dönemlerinden beri var olan bir mülkiyet anlayışının devamı niteliğindedir.

Bu anlayışı kavramak için öncelikle "mülkiyet hakkı" kavramının nasıl doğduğunu ve özellikle Batı dünyasında nasıl şekillendiğini tarihsel bağlamda ele almak gerekir. Mülkiyet hakkının temelindeki düşünce yapısını anlamak ise bizi 16. yüzyılın ekonomik doktrini olan Merkantilizm’e götürür.

Merkantilizm, bir ülkenin zenginliğini, özellikle altın ve gümüş gibi değerli metallerin birikimi üzerinden tanımlayan, ihracatı artırıp ithalatı azaltmayı hedefleyen milliyetçi bir ekonomik sistemdi. Türkçeye "ticaretçilik" olarak çevrilebilecek bu sistem, ilk olarak Venedik gibi ticaret şehirlerinde gelişti. Toprağa dayalı güç anlayışı bu sistemde geçerliliğini yitirirken, toprağın yatırım aracı olarak görülmesi yaygınlaştı. Merkantilizmin arkasındaki burjuva sınıfı için toprak, kutsal bir değer değil, ekonomik bir metaydı. Bu anlayış, ülkeler arası toprak alışverişinin önünü açtı.

1492’de Kristof Kolomb’un Amerika kıtasını keşfetmesiyle bu düşünce yeni bir boyut kazandı. Henüz keşfedilmemiş topraklar üzerinde hüküm verme hakkını kendinde gören Katolik Kilisesi, Papa VI. Alexander’ın 1494 tarihli Tordesillas Antlaşması ile dünyayı İspanya ve Portekiz arasında paylaştırdı. Toprakların Tanrı’ya ait olduğu düşüncesiyle yola çıkan Kilise, Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcisi olarak gördüğü Papa’nın, bu topraklar üzerindeki tasarruf hakkını meşrulaştırdığına inanıyordu. Yani ortada ne fiilî egemenlik vardı ne de gerçek bir sahiplik; ancak kilisenin dini otoritesi, mülkiyet haklarının temellerini attı.

Avrupa’da bu gelişmeler yaşanırken, Osmanlı İmparatorluğu’nda bambaşka bir mülkiyet anlayışı hakimdi. Osmanlı toprakları sultana aitti; bireylerin gerçek anlamda mülkiyet hakkı yoktu. Tımarlı sipahilere verilen topraklar kullanım hakkıyla sınırlıydı ve bu hak sultanın fermanıyla verilirdi. Tapu yerine geçen bu fermanlar, toprağın sahibi değil, sadece kullanıcısı olunduğunu gösterirdi. Bu fark, Batı’daki bireysel mülkiyet anlayışının Osmanlı'da neden gelişmediğini ve toprak alım-satımının neden bir ekonomik araç haline gelmediğini de açıklar. Tanzimat Fermanı’nın etkisiyle, Mayıs 1847’de tapu sicil sisteminin temellerini atan bir tüzük çıkarılmış ve taşınmazların kayıt altına alınmasına başlanmıştır

Bu tarihî perspektiften bakıldığında, 19. yüzyılda Filistin topraklarının Avrupalı Yahudiler tarafından satın alınması da tesadüfi değildir. Haçlı Seferleri sonrasında Kudüs ve çevresinde kurulan krallıklar ve bu bölgelerdeki soyluların elindeki topraklar, mülkiyet hakkı anlayışının bir sonucu olarak miras kalmış veya devredilmişti. Satın alınan bu topraklar tarihî bir mülkiyet sisteminin sonucuydu.

Öyleyse bugün, Trump’ın Kanada ve Grönland’ı satın alma girişimi, yalnızca politik bir şov değil; tarihte yüzlerce yıl boyunca süregelen bir zihniyetin günümüzdeki yansımasıdır. Mülkiyetin altın ve gümüş gibi değerli madenler kadar kıymetli olduğu, toprağın bir güç ve yatırım unsuru olarak görüldüğü bu tarihsel arka planı anlamadan, bugünü tam olarak değerlendiremeyiz.

ABD’nin Toprak Satın Alma Tarihi: Louisiana’dan Alaska’ya

Amerika Birleşik Devletleri'nin bugünkü sınırlarına ulaşma süreci yalnızca savaşlarla değil; diplomasi ve para ile şekillenmiş bir tarihsel yolculuğu da içinde barındırır. Toprağın bir devlet tarafından başka bir devlete satılması, modern zamanlara özgü bir gelişme değildir. Aksine, toprak üzerinde mülkiyet hakkının el değiştirmesi, asırlardır süregelen bir devlet pratiğidir. ABD’nin 19. yüzyılda gerçekleştirdiği beş büyük satın alma, bu yaklaşımın somut örnekleriyle doludur.

1803 – Louisiana Satın Alımı

1803 yılında Fransa ile Amerika Birleşik Devletleri arasında gerçekleşen Louisiana Satın Alımı, yaklaşık 2.144.500 kilometrekarelik bir alanın 15 milyon dolar karşılığında el değiştirmesiyle sonuçlanmış ve ABD tarihindeki en büyük toprak satın alma işlemi olarak kayda geçmiştir. Söz konusu bölge, kamuoyunda sıklıkla Kızılderililerin yaşadığı topraklar olarak bilinse de, uluslararası hukuk açısından bu arazilerin mülkiyet hakkı Fransız egemenliğine aitti.

Bu durum, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki beylik sistemine benzer bir yapıyı akla getirir. Örneğin, Kozanoğlu Beyliği’nde olduğu gibi, yerel otoriteler belirli bölgelerde fiilî denetim sahibi olsa da, toprakların hukuki mülkiyeti merkezi idareye, yani Osmanlı’ya aitti. Kozanoğlu ailesine bağlı Yusuf ve Kadir beylerin, kaymakamlık görevi verilerek maaşa bağlanması, fiilî hâkimiyetin devlet kontrolü altına alınmasına örnektir.

Fransa’nın Louisiana üzerindeki mülkiyet haklarını devretmesinin temel gerekçesi, Napolyon’un Avrupa’da, özellikle Rusya’ya kadar uzanan bir coğrafyada egemenlik kurma hedefidir. Bu hedef doğrultusunda ihtiyaç duyulan mali kaynak, Amerika’daki toprakların satışını kaçınılmaz kılmıştır. Satın alma işlemi, yalnızca fiziki genişlemeyi değil; aynı zamanda ABD’nin küresel güç denklemine girişinde stratejik bir adımı temsil etmektedir.

1819 – Adams-Onís Antlaşması

Florida’nın İspanya’dan devriyle sonuçlanan bu antlaşma, satın almanın yalnızca parasal değil diplomatik bir süreç de olduğunu gösterir. 1819’da imzalanan bu anlaşma ile Florida toprakları ABD’ye katılmış, İspanya’ya ise doğrudan bir ödeme yapılmamıştır. Sadece Amerikalıların sebep olduğu zararların karşılığı olarak 5 milyon dolar tazminat ödenmiştir. Bu örnek, 19. yüzyıl itibarıyla mülkiyetin artık savaş alanlarında değil, müzakere masalarında el değiştirdiğini açık biçimde ortaya koyar.

1848 – Guadalupe Hidalgo Antlaşması

ABD ile Meksika arasında yapılan bu antlaşma, Kaliforniya, Arizona, Nevada ve Utah gibi günümüzün önemli eyaletlerinin ABD toprağı hâline gelmesini sağlamıştır. Karşılığında ödenen 15 milyon dolar, artık toprakların yalnızca fethin değil, satın almanın da konusu olduğunu bir kez daha gösterir. Burada da temel mesele, "kim toprağın üstünde yaşıyor" değil; "kim mülkiyet hakkına sahip" sorusuna verilen cevaptır.

1867 – Alaska’nın Satın Alınması

1867 yılında Amerika Birleşik Devletleri, Rusya İmparatorluğu’ndan 7,2 milyon dolar karşılığında Alaska’yı satın alarak yaklaşık 1.518.800 kilometrekarelik yeni bir toprak parçasını topraklarına katmıştır. Satın alma işlemi, dönemin ABD Dışişleri Bakanı William H. Seward tarafından yürütülmüş ve kamuoyunda uzun süre "Seward’ın Çılgınlığı" olarak küçümsenmiştir. Ancak ilerleyen yıllarda bölgenin stratejik konumu ve zengin yer altı kaynakları sayesinde bu karar, Amerika için önemli bir jeopolitik ve ekonomik kazanım hâline gelmiştir.

Bu satışın arka planında yalnızca dış politikaya ilişkin hesaplar değil, iç ekonomik dinamikler de yer almaktadır. Rusya'da 1861 yılında II. Aleksandr’ın reformları çerçevesinde toprak köleliği kaldırılmış, yaklaşık beş milyon köylü özgürlüğüne kavuşmuştur. Ancak bu yeni toplumsal düzenin sürdürülebilir hâle gelmesi için serbest bırakılan nüfusa toprak tahsisi yapılması gerekiyordu. Bu süreç, Rus hazinesine ciddi bir mali yük getirmiştir.

Aynı dönemde Rusya, Sibirya üzerinden Finlandiya’dan Japon Denizi’ne kadar uzanacak olan büyük demiryolu ağlarını planlamakta; uzak eyaletlerdeki askerî varlığını yeniden yapılandırma sürecine girmekteydi. Bu koşullar altında, nüfusun seyrek olduğu ve savunması güç Alaska bölgesini elden çıkarmak, hem ekonomik kaynak yaratma hem de stratejik öncelik belirleme açısından rasyonel bir adım olarak değerlendirilmiştir.

Dolayısıyla Alaska’nın devri, yalnızca bir mülkün satışından ibaret değil; dönemin toplumsal dönüşümleri ve imparatorluk içi yeniden yapılanma çabalarıyla doğrudan ilişkilidir. Bu yönüyle söz konusu anlaşma, modern devletlerin mülkiyet politikaları ile iç sosyal reformları arasında nasıl bir etkileşim bulunduğuna dair önemli bir örnek teşkil etmektedir.

1917 – Virgin Adaları'nın Satın Alınması

ABD'nin Danimarka’dan 25 milyon dolara satın aldığı Virgin Adaları, yalnızca bir ticaret noktası değil; aynı zamanda askeri açıdan da stratejik bir karakol niteliği taşımaktadır. Karayipler'deki etkisini artırmak isteyen ABD, bu adımı atarak bölgesel deniz ticaretinde söz sahibi olmuştur. 346 km²’lik küçük ama kritik bu alan, mülkiyetin ekonomik ve jeopolitik değerinin boyutunu da gözler önüne serer.

Mülkiyet kavramı, tarih boyunca yalnızca hukuki bir mesele değil; aynı zamanda siyasi egemenliğin, toplumsal eşitliğin ve devlet aklının somut bir tezahürü olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nda Tanzimat öncesi dönemde bireylerin vatandaşlık statüsüne sahip olmamaları, mülkiyetin sistematik biçimde kayıt altına alınmasını engellemişti. Tanzimat Fermanı’nın temel hedeflerinden biri, başta gayrimüslimler olmak üzere belirli gruplara hukuki kimlik kazandırmak ve onların mülkiyet haklarını tanımaktı. Ne var ki bu haklar, uzun süre yerli Müslüman halka tanınmadı.

Cumhuriyet döneminde, özellikle Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde yürütülen reformların özünde ise bu yapısal adaletsizlikle hesaplaşmak yatmaktaydı. Cumhuriyet’in en büyük kazanımlarından biri, mülkiyetin toplumun geneline yayılması, yani halkın kendi toprağına sahip olabilmesidir.

Bu mesele yalnızca Türkiye’ye özgü değildir. Komünizmin çöküşü sonrası Romanya’da mülkler eski sahiplerine iade edilmiş, Suudi Arabistan’da ise mülkiyet hakkının yokluğu, halkı ekonomik olarak zayıf kılmıştır. Halk ihtiyaçlarını Suudi Kraldan talep etmekte ve bu şekilde karşılanmaktadır. Zira kaynaklar – petrol ve maden dahil – şahısların değil Krallığın mülkü sayılmaktadır. Benzer şekilde II. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgali altına giren Danimarka’ya bağlı Grönland, savaş sonrası ABD tarafından Danimarka’ya iade edilmiş; bu, uluslararası düzeyde mülkiyet hakkının tanınmasına örnek teşkil etmiştir.

Tüm bu tarihsel örnekler ışığında, Donald Trump’ın Grönland’ı "satın alma" önerisi yalnızca politik bir çıkış değil, iki katmanlı stratejik bir mesaj içermektedir: Bir yandan Grönland’ın meşru sahibinin Danimarka olduğunu vurgulayarak, Avrupa dışındaki aktörlere olası bir işgal durumunda Avrupa ile birlikte hareket edeceği yönünde bir dayanışma mesajı verirken; diğer yandan, II. Dünya Savaşı sırasında bu bölgeyi korumak adına yaptığı harcamaları referans alarak, ileride bir mülkiyet değişikliği söz konusu olursa, öncelik hakkının ABD’ye ait olması gerektiğini söylemektedir.

Mülkiyet hakkı, tarihte de görüldüğü gibi yalnızca bireysel refahın değil, egemenliğin ve uluslararası düzenin yapı taşlarından biridir. Bugünün küresel siyaseti, geçmişin mülkiyet ilişkileri üzerinden şekillenmeye devam etmektedir.