Son günlerde Mısır’da, Türkiye ve Katar’ın garantörlüğünde yürütülen ateşkes görüşmeleri, yalnızca Gazze’nin geleceğini değil, aynı zamanda Arap dünyasının tarihsel kaderini de yeniden gündeme taşıdı. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Donald Trump tarafından hazırlanan 20 maddelik plan çerçevesinde yürütülen bu müzakereler, diplomatik bir çözüm arayışının ötesinde, bölgenin tarihsel hafızasında yankılanan bir soruyu da yeniden hatırlatıyor: Arap dünyası neden bir türlü birlik olamadı?
Bu toplantıların Mısır’da yapılması tesadüf değil. Zira Mısır, tarih boyunca Arap diplomasisinin merkezi, Arap kimliğinin sözcüsü konumundaydı. Ancak bugün yaşananlar, tarihin tekrarı niteliğinde. Çünkü bundan yaklaşık 78 yıl önce, aynı coğrafyada, aynı halklar benzer bir sınavdan geçtiler — ve kaybettiler.
Aslında bu ayrışmanın ilk tohumları 1922 tarihli Churchill Beyaz Bülteni ile atıldı. I. Dünya Savaşı sonrası İngiltere’nin Filistin politikası, Arap halklarının tepkisini yatıştırmak yerine derinleştirdi. 1922 tarihli Churchill Beyaz Bülteni, Arap dünyasında beklenen bir dengeyi sağlayamadı. Arap liderleri arasında ortak bir Filistin politikası gelişmedi; her biri kendi bölgesel çıkarını önceledi. İşte bu güvensizlik, 1948’de yaşanacak yenilginin ilk tohumlarını ekti.
1937’de Peel Komisyonu’nun raporu, Arap dünyasında tarihi bir kırılma yarattı. Peel Komisyonu’nun Filistin’in bölünmesini öngören raporu, Arap dünyasında tarihi bir kırılma yarattı. Bazı liderler planı tamamen reddederken, bazıları sessiz kaldı. Ürdün Kralı Abdullah ise perde arkasında Siyonist liderlerle temas kurarak “Büyük Suriye” hayalini sürdürüyordu.
Filistin meselesinde ortak bir tutum geliştirilemedi; her lider kendi sınırını, kendi iktidarını koruma derdindeydi. Araplar bölünürken, Siyonist hareket hızla örgütlendi.
1939 tarihli Beyaz Kitap, İngiltere’nin Arapları yatıştırma çabasının bir ürünüydü; ancak II. Dünya Savaşı sonrası Filistin’e Yahudi göçü hızla arttı. Arap dünyası bu süreçte kendi iç hesaplarıyla meşguldü: Mısır güvenliğini, Ürdün krallığını, Suriye ise Fransız etkisinden kurtulma çabasını öne koydu. Filistin meselesi, herkesin davası gibi görünse de kimsenin önceliği değildi.
Ürdün Kralı Abdullah’ın 1947–1948 arasında Siyonist liderlerle yaptığı gizli temaslar, Arap dünyasında güveni tamamen yok etti. Kral Abdullah’ın Büyük Suriye Planı diğer Arap ülkeleri için hep bir gerginlik yaratmaktaydı. Her Arap ülkesi kendi çıkarı için masaya oturdu; hiçbiri ortak bir strateji oluşturamadı.
1948 Arap–İsrail Savaşı başlamadan önce bile Arap orduları birbirine güvenmiyordu. Her biri, savaşın sonunda kimin hangi toprağı alacağını hesaplıyordu.
Savaş böylece daha başlamadan kaybedilmişti.
Kimi Kudüs’ü, kimi Gazze’yi, kimi Şeria Nehri’nin doğusunu koruma derdindeydi.
Birlik yoktu. Komuta birliği yoktu. Hedef birliği hiç yoktu.
1948 Arap–İsrail Savaşı, aslında askeri bir yenilgiden çok, kaybedilen birliğin hikâyesiydi... O savaş, Arapların kendi aralarındaki güvensizlik, koordinasyonsuzluk ve siyasi rekabet yüzünden kaybedildi. Gazze Mısır’ın, Batı Şeria Ürdün’ün kontrolüne geçti.
Filistin halkı ise kendi topraklarında devlet olma hakkını yitirdi.
1948 savaşının ardından Arap ülkeleri ile İsrail arasında ateşkes anlaşmaları imzalandı. Ancak savaş sonrasında yalnızca Mısır ve Ürdün, İsrail’le kalıcı barışa giden yolu seçti ve antlaşma imzaladı. Bugün hâlâ Suriye ve Lübnan, İsrail’le masaya oturmamış durumda. Tarihi doğru okursak, Esad sonrası bir Suriye yönetiminin İsrail’le barış yapması kimseyi şaşırtmaz. Lübnan için de benzer bir tablo geçerli. Hizbullah’a yönelik saldırılar, ülkenin iç dengelerini her geçen gün biraz daha değiştiriyor. Belki de bir gün, Lübnan’ın da İsrail’le barış antlaşması imzaladığını göreceğiz. Ve o gün geldiğinde, aslında 1948’de yarım kalan barışın tarihsel anlamda tamamlandığına tanık olacağız.
Bugün hâlâ Filistinlilerin neden Refah Kapısı’nın açılmasını istediğini anlamak için 1948’e dönmek yeterlidir. Çünkü aslında Gazze bir dönem Mısır’a aitti. Mısır uzun yıllar burayı idare etti. Âmâ ne kadar ilginçtir ki bugün bu durum, adeta bir tabu gibi kimse tarafından konuşulmuyor.
Bu coğrafyada sınırlar aslında çok uzun zaman önce çizildi. Atatürk’ün sınır politikasının ne kadar doğru olduğunu bugün hâlâ görebiliyoruz. Afganistan’da yıllarca savaş sürdü ama sınırları değişti mi? Hayır. Bu sınırlar İngilizler ve Fransızlar tarafından belirlenirken, aslında burada yepyeni devletler de oluşturuldu. Suudi Arabistan diye bir devlet var mıydı o zaman? Birbiriyle anlaşamayan emirliklerin bir araya gelmesiyle bugünkü Suudi Arabistan doğdu. Dünyanın en büyük gücü de olsan, bu sınırları değiştiremezsin. Biz Türkiye olarak sınırlarımızı korursak, hatta değiştirmeye çalışmazsak, bölge istikrara daha fazla kavuşacaktır. Hiçbir sınır değişmez!
Peki, bugün görüşmelerde neden Ürdün yok? Çünkü Ürdün Kralı Hüseyin bin Talal, 1988 yılında aldığı “Yasal ve İdari Bağları Koparma” kararıyla Batı Şeria üzerindeki haklarından vazgeçti. İşte bu nedenle bugün Ürdün yok.
Tüm bunlar, klasik bir oyunu tekrar hatırlatıyor: Bulanık suda balık avlamak.
Suyu özellikle bulandırırsın; balık ne olacağını göremez, sen de onu kolayca yakalarsın.
Son dönemlerde yaşanılanlar aslında tam olarak budur.
Bugün, yeniden Mısır’da barış görüşmeleri yürütülüyor. Masada yine benzer başlıklar var: sınırlar, garantörlükler, uluslararası baskılar…
Ama asıl mesele hâlâ aynı: Arapların kendi aralarındaki anlaşmazlıkları.
Ve şimdi, yıllar sonra aynı soruyu yeniden sormak gerekiyor:
Peki, Araplar gerçekten 1947 öncesinde anlaşabilseydi, acaba bölgenin kaderi farklı olur muydu?