Dünya tarihinin son altı yüzyıllık dönemine baktığımızda devletler arası güç savaşlarında belirleyici unsurun kara orduları değil, donanmalar olduğunu görürüz. Bu yalnızca savaş meydanlarının değil, aynı zamanda keşiflerin de kaderini belirlemiştir.

13.yüzyılı coğrafi keşiflerin başlangıcı kabul edersek, Vasco da Gama’nın Ümit Burnu’nu aşarak Hindistan’a ulaşmasında kullandığı gemi, aslında bugünkü küresel dünyanın kapısını aralayan bir araçtı. Yine aynı yüzyılın sonunda Kristof Kolomb’un İspanya’dan tek bir gemiyle yola çıkıp Amerika kıtasını keşfetmesi, tarihin akışını değiştiren bir cesaret örneği olarak karşımıza çıkar.

Temelde mesele basittir: ister yeni kıtalar keşfetmek isteyin, ister yüzyıllar sonrasına uzanarak stratejik savaşlar yürütmek… Güçlü bir donanmaya sahip değilseniz tarihte iz bırakmanız mümkün değildir. Bu nedenle dünya devletlerinin en büyük liderleri, her dönemde donanma çalışmalarına öncelik vermiştir.

Burada iki kavramı özellikle vurgulamak gerekir: Mavi Su Donanması (Blue-Water Navy) ve Kahverengi Su Donanması (Brown-Water Navy). Mavi su donanması, bir ülkenin açık denizlerde, okyanuslarda ve uluslararası sularda operasyon yapabilme yeteneğini ifade eder. 19. yüzyıl sonlarında, Kraliyet Donanması’nın okyanuslardaki gücünü tanımlamak için kullanılmaya başlanmıştır. Buna karşılık kahverengi su donanması ya da nehir donanması, iç sularda (nehirler, göller, iç denizler) ve kıyıya yakın bölgelerde askeri operasyon yapabilen kuvvetleri anlatır.

Eğer bir ülke hem okyanuslara hâkim olacak mavi su donanmasına hem de iç sularda hareket edecek kahverengi su donanmasına sahipse, dünyanın neresinde bir kriz çıkarsa çıksın oraya ulaşabilecek askerî güce de sahiptir. İşte böyle bir donanma, yalnızca savaşmakla kalmaz; yardım götürür, güç gösterir, diplomasi yapar.

Bunun en çarpıcı örneklerinden birini Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Theodore Roosevelt ortaya koymuştur. Dünyaya süper güç olduğunu göstermek isteyen Roosevelt, gövdeleri beyaza boyanmış 16 savaş gemisinden oluşan Büyük Beyaz Filo (Great White Fleet)’yu 1907’de Virginia’dan dünya turuna çıkarmıştır.

Filo, ikiye ayrılmış şekilde küçük refakat gemileriyle birlikte 14 ay boyunca denizlerde dolaşmıştır. En kritik duraklardan biri Japonya’dır. Çünkü o dönemde ABD–Japonya ilişkileri diplomatik olarak son derece gergindir. Ancak Roosevelt’in beyaz filosu Tokyo limanına girdiğinde Japonya hükümeti sıcak bir misafirperverlik göstermiş, bu ziyaret gerginliği yumuşatmıştır.

Filo sadece güç gösterisi yapmakla kalmamış, aynı zamanda dost ülkelere yardım eli uzatmıştır. Örneğin, 1908’de Hint Okyanusu’nu aşıp Süveyş Kanalı’ndan geçerek Akdeniz’e giren filo, Sicilya’da 7,5 büyüklüğünde ki bir depremin ardından yardıma koşmuştur. Yani denizlerde süper güç olduğunu ilan eden Amerika, aynı zamanda insanî yardım yapan bir devlet imajı da çizmiştir.

Ve 14 aylık bu görkemli tur, başladığı gibi Virginia’da sona ermiştir.

Peki, Osmanlı aynı dönemde ne yapıyordu? İşte burada tarihimizin en acı olaylarından biriyle karşılaşıyoruz: Ertuğrul Fırkateyni faciası.

II. Abdülhamid, 1887 yılında Japon Prensi Komatsu Akihito’nun İstanbul’u ziyaret etmesinin ardından iade-i ziyaret yapılmasını istemişti. Osmanlı donanmasının en güzel gemisi sayılan Ertuğrul, hediyelerle birlikte Japonya’ya gönderildi. Ancak birçok uzmanın “bu gemi çürük, bu yolculuğu kaldıramaz” uyarısına rağmen sefer gerçekleşti.

11 ay süren zorlu yolculuğun ardından Ertuğrul, 1890’da Japonya’ya ulaştı. Japon halkı Türk heyetini büyük bir coşkuyla karşıladı, gemi üç ay boyunca etrafındaki binlerce Japon kayığına 50 kişilik bandosuyla konserler verdi ve Japonya sularında kaldı. Ancak dönüş yolculuğunda işler tersine döndü. Japon donanmasının tayfun uyarısına rağmen Ertuğrul, 15 Eylül’de yola çıktı. Dalgalarla boğuşan gemi, dört gün boyunca direnmesine rağmen sonunda Kuşimoto açıklarında kayalara çarparak battı.

587 denizcimiz hayatını kaybetti, yalnızca 69 kişi kurtuldu. Kurtulanlar ise Japonya İmparatoru’nun talimatıyla Hiei ve Kongō isimli iki askeri gemi ile İstanbul’a gönderildi.

Bu trajedi yalnızca bir deniz kazası değildi. Aslında, Osmanlı’nın dünyaya denizlerdeki zayıflığını ilan etmesiydi. Bir imparatorluk düşünün: yardım götürmeye çalışıyor ama elindeki en güzel gemi bile okyanus yolculuğunu tamamlayamıyor. Böyle bir devlete hangi müttefik güvenebilirdi?

Tarih bazen çok acımasızdır. Ertuğrul Fırkateyni’nin batışı, Osmanlı’nın yıkılışını simgeleyen sessiz ilan gibiydi…