Bazen durup düşünüyorum: Biz bu kocaman dünyada, bu baş döndürücü hızda nereye koşuyoruz? İnsanlık, ateşin başında hikâyeler anlatırken de, gökyüzüne roket fırlatırken de hep aynı sorunun peşinde: Daha iyi bir yarın mümkün mü? Ama o “yarın” neye benziyor, işte orası muamma.
Bir tarafta teknoloji, sanki bir sihirbaz gibi. Yapay zekâ, bir an önce ödevimizi bitirsin diye değil, belki bir gün bizim yerimize kararlar alacak. Sanal dünyalarda yaşıyoruz, ama ekranın ötesinde komşumuzun adını bile unutuyoruz. Bağlantı çağında, yalnızlık niye bu kadar ağır geliyor?
Bir tarafta da dünya, sessizce feryat ediyor. Ormanlar azalıyor, gökyüzü kararıyor, ama biz hâlâ “sonra düzeltiriz” diyoruz. Oysa torunlarımıza bırakacağımız miras, sadece beton yığınları olmamalı. Bir ağacın gölgesinde huzur bulmayı hatırlamak, belki de en büyük devrim.
Asıl mesele, sanırım kalbimizde. İnsanlık, ne kadar makineleşirse makineleşsin, bir çocuğun gülüşünde, bir dostun omzunda, bir yabancının iyiliğinde hâlâ kendini buluyor. Belki de yolumuzu aydınlatacak olan, ne kadar uzağa gittiğimiz değil, ne kadar insan kalabildiğimiz. Hadi, bu çılgın koşuda biraz durup nefes alalım. Ve soralım: Bu hikâyeyi, sevgiyle mi yazacağız, yoksa sadece “ilerlemek” için mi?