Bir zamanlar kalem kutusunun içindeki silgi, bir öğrencinin en değerli yardımcısıydı. Şimdi ise bir “şarj aleti” o koltuğu devralmış durumda. Eğitim dijitalleşiyor; ama biz gerçekten öğreniyor muyuz, yoksa sadece bağlantıda mı kalıyoruz?
Pandemiyle birlikte “uzaktan eğitim” sözü, hayatımıza zorunlu bir hızla girdi. O dönemde birçok öğrenci evindeki mutfak masasını sınıfa dönüştürdü. Öğretmenler, kameralar karşısında çocukların dikkatini toplamak için bir televizyon sunucusu kadar enerjik olmak zorundaydı. Peki, o yıllarda öğrendiklerimiz sadece ders içerikleri miydi? Yoksa teknolojinin eğitimin kapısından çoktan içeri girdiğini mi fark ettik?
Bugün dijitalleşme, eğitimi hem demokratikleştiriyor hem de derinlemesine değiştiriyor. Artık bilgiye erişim bir ayrıcalık değil, birkaç saniyelik bir arama sonucu. Ancak burada ince bir çizgi var: Erişim kolaylığı, öğrenme derinliğiyle karıştırılmamalı. Çünkü “bilmek” başka, “anlamak” bambaşka bir şeydir. Dijital araçlar bize sonsuz bir kütüphane sunarken, o bilginin içinden anlamlı olanı seçebilmek daha da kıymetli hâle geliyor.
Bir de öğretmenlerin dünyasına bakalım. Eskiden sınıfın otoritesi tahtada tebeşirle çizilen bir denklemdeydi. Şimdi ise tahtanın yerini dokunmatik ekranlar aldı. Ama ekranın parlaklığı, öğretmenin gözlerindeki ışığın yerini tutabilir mi? Dijital araçlar, öğretmeni desteklediği sürece değerlidir; ama öğretmenin yerini aldığı anda eğitim bir “etkileşim” olmaktan çıkar, bir “gösteriye” dönüşür.
Evet, dijitalleşme kaçınılmaz. Ama unutmamamız gereken bir şey var: Teknoloji bir amaç değil, bir araçtır. Gerçek eğitim, bir ekranın değil, bir insanın diğerine dokunabildiği yerde başlar.
Belki de geleceğin en büyük başarısı, dijital çağda insani dokunuşu kaybetmeden öğrenmeyi sürdürebilmek olacak.