Birçoğumuzun kulağına slogan gibi gelen bir cümle: “Çok çalışmak insanı öldürür.” Kimi zaman bir uyarı, kimi zaman bir yakınma, bazen de bir savunma mekanizması… Ancak bu sözün arkasında sadece yorgunluk değil, modern yaşamın görünmez baskıları, sınırlı zaman algısı ve iş-özel hayat dengesinin bozulması da var.

Bugünün dünyasında çalışmak, yalnızca ekmek parasının değil; kimlik, statü ve başarı ölçütünün de bir parçası hâline geldi. Bu nedenle insanlar çoğu zaman bedenlerinin ve zihinlerinin taşıyabileceğinden fazlasını yükleniyor. Sabahın erken saatlerinde başlayan mesai, gece ilerleyen saatlere kadar sarkıyor. Dinlenmenin, keyif almanın, bir süre durmanın bile “verimsizlik” etiketi yediği bir düzende yaşamaya çalışıyoruz.

Fakat insan bedeninin bir sınırı var. Benliğimiz, makine mantığıyla sürekli “daha fazlayı” kaldıracak şekilde tasarlanmamış. Yoruluyoruz. Tükeniyoruz. Sonrasında da bu yorgunluk, dikkatsizliğe, duygusal dalgalanmalara, sosyal ilişkilerde kopmalara ve en önemlisi sağlığımızda ciddi bozulmalara yol açıyor.

“Ölmek” deyince çoğumuz bunu fiziksel bir son olarak algılıyoruz ama mesele yalnızca bundan ibaret değil. Çok çalışmak, insanın içindeki canlılığı öldürebiliyor: Hayallerini, merakını, üretme isteğini, hatta neşesini… Birçok kişi bedenen ayakta olsa bile ruhen çökmüş hissediyor. Gülmek zor geliyor, konuşmak yoruyor, basit şeyler bile yük gibi görünmeye başlıyor.

Bunun tehlikeli yanı ise, bu süreç yavaş ilerlediği için kişi çoğu zaman ne yaşadığını fark etmiyor. “Birkaç gün dinlenirim geçer” diye düşünüyor. Oysa bir noktadan sonra yorgunluk artık geçici değil, kronik bir duruma dönüşüyor. Ve insan, kendi yaşamının kontrolünü elinden kaçırmış hâlde buluyor kendisini.

İnsan, sadece üretmek için değil; yaşamak, hissetmek, durmak, düşünmek, yenilenmek için de var. Çalışmak elbette yaşamın doğal bir parçası ama hayatın tamamı değil. Her şeyin ölçüsü olduğu gibi işin de bir sınırı olmalı.

Bu yüzden belki de asıl soru şu: Çok çalışmak insanı öldürür mü, yoksa biz öldürücü çalışma biçimlerini hayatın “normal” bir parçası gibi mi görüyoruz?

Yapılması gereken, bedeni yormaktan çok zihni tüketen bu döngüyü fark etmek ve kendimize nefes alacak alanlar açmak. Çünkü insan ancak dinlendiğinde, yavaşladığında ve yaşamı deneyimlediğinde gerçekten hayatta kalabilir.

Kısacası mesele çalışmak değil; insanın kendini, zamanını ve yaşamını nasıl konumlandırdığı. Eğer bu dengeyi kuramazsak, çok çalışmak sadece yorulmakla kalmaz; bizi biz yapan her şeyi sessizce tüketir. Bu yüzden bazen durmak, geri çekilmek ve nefes almak en büyük cesarettir.