II. Dünya Savaşı’nın en kritik anlarından biri, 4-11 Şubat 1945 tarihleri arasında Kırım’ın Yalta kentinde düzenlenen konferansta yaşandı. ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt, İngiltere Başbakanı Winston Churchill ve Sovyet lideri Josef Stalin’in bir araya geldiği bu buluşma, savaş sonrası Avrupa’nın yeniden şekillenmesi için yapılan en önemli diplomatik görüşmelerden biri olarak tarihe geçti. Roosevelt, Churchill ve Stalin, savaşın sona ermesinden sonra kıtanın geleceğini planlarken, aslında yeni bir dünyanın sınırlarını da çiziyorlardı. Bugün hâlâ tartışılan Yalta kararları, bir yandan Birleşmiş Milletler’in temellerini atarken diğer yandan Soğuk Savaş’ın habercisi oldu. Sadece Avrupa’nın paylaşılması düşünülerek yapılmaya başlanılan Yalta konferansı bir dünya paylaşımına dönüştü.
Yalta’daki buluşmanın simgesel mekânı Livadia Sarayı’ydı. Son Rus Çarı II. Nikolay’ın yazlık evi olarak kullanılan bu ihtişamlı yapı, 1945’te Roosevelt ve Amerikan heyetini ağırladı. Neo-Rönesans tarzındaki beyaz Kırım kireçtaşından inşa edilen saray, İtalyan avlusu, Floransa kulesi ve zarif mermer revaklarıyla dönemin sanat anlayışını yansıtan görkemli bir eserdir. Tek bir cümleyle ifade etmek gerekirse: Livadia, tarihin diplomasiyle, sanatın ise siyasetle buluştuğu yerdir.
Aradan geçen yılların ardından Livadia Sarayı bu kez başka bir tarihi sürece ev sahipliği yaptı. 2004’te Ukraynalı iş insanı Viktor Pinchuk’un öncülüğünde başlatılan Yalta Avrupa Stratejisi (YES- Yalta European Strategy) toplantıları, Avrupa’nın geleceğini tartışmak üzere siyasetçiler, iş dünyası temsilcileri, akademisyenler ve medya liderlerini bir araya getirdi. “Bölünmüş Avrupa’nın kalbinde birleşmiş bir Avrupa” fikrini sembolize eden bu toplantılar, Kırım’ın 2014’te Rusya tarafından ilhakına kadar her yıl Yalta’da düzenlendi. 1945 yılında ABD- Sovyetler- İngiltere arasında paylaşım yapmak için gerçekleştirilen Yalta konferansının ardında 2004 yılında tekrardan böyle Yalta Avrupa Stratejisi isimli konferansa yeniden ihtiyaç duyulması ayrıca ele alınmalı. Demek ki 2000 lerde Avrupa’nın tekrardan paylaşımı başlamış.
2004’ten 2013’e kadar yapılan konferanslarda küresel ekonomi, enerji güvenliği, Avrupa’nın rekabet gücü ve Ukrayna’nın Avrupa Birliği ile ilişkileri tartışıldı. Livadia Sarayı’nın tarihsel ağırlığı, bu tartışmalara sembolik bir derinlik kazandırıyordu. Ancak 2014’ten itibaren, Rusya’nın Kırım’ın ilhakı ile birlikte toplantıların merkezi Kiev oldu. Bu zorunlu değişiklik, aslında Ukrayna’nın yaşadığı dramatik dönüşümün de göstergesiydi.
YES toplantıları bugün hâlâ, Ukrayna’nın Avrupa geleceğinin en önemli platformlarından biri olarak öne çıkıyor. Geçmişte Bill Clinton, Tony Blair, Recep Tayyip Erdoğan ,Condoleezza Rice gibi isimleri ağırlayan zirveler, son yıllarda doğrudan Ukrayna’nın savaş koşullarına odaklanıyor. 2022’de “Özgürlüğümüzü Savunuyoruz”, 2023’te “Savaş Odası” temalarıyla düzenlenen toplantılar, Kiev’in yalnızca bir diplomasi merkezi değil, aynı zamanda direnişin sembolü haline geldiğini gösterdi.
14–15 Eylül 2025 tarihlerinde Kiev’de düzenlenen Yalta Avrupa Stratejisi (YES) toplantısı, Ukrayna’daki savaşın sona erdirilmesi ve Avrupa’nın geleceği üzerine yoğunlaştı.
Bu yılın öne çıkan anlarından biri ise Finlandiya Cumhurbaşkanı Alexander Stubb ile eski İngiltere Başbakanı Boris Johnson arasındaki sözlü atışmaydı. Johnson, dondurulmuş Rus varlıklarının neden Ukrayna’nın yararına kullanılmadığını sorarak tartışmayı başlattı. Stubb ise hukuki engelleri gerekçe gösterdi, ama asıl güvenlik garantisinin Ukrayna’nın AB üyeliği olacağını vurguladı. Tabii burada Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’nden ayrılma sürecinde imzalanan Brexit çekilme anlaşmasını imzalayan dönemin Başbakanı Boris Johnson’a söylemesi oldukça manidardı. Johnson’ın hızlı cevabı ise bir o kadar manidardı: “Senin için de epey uzun sürdü.” Bu diyalog, sadece iki liderin zekâ oyununa değil, aynı zamanda Avrupa’nın geleceği üzerine süren büyük tartışmaya da ışık tutuyordu.
Aslında burada bazı dönüm noktalarına dikkat etmek gerekiyor. Örneğin 2004 yılında Yalta'da başlayan bu konferans aslında Ukrayna'nın AB süreci hakkında bize bilgi vermektedir. İkinci Dünya Savaşı zamanında ABD, İngiltere ve Sovyetler, “Avrupa” denildiğinde Almanya’yı düşünmekteydiler. Karadeniz’e kadar inen bir Avrupa birliğine müsaade etmeyecekleri Yalta'da gerçekleşen konferansta açıkça anlaşılmaktaydı. Peki 2014 yılında Rusya'nın Kırım'ı ilhakı ile aslında Rusya–Ukrayna savaşı yavaş yavaş kendini göstermeye başlamıştı. Çünkü Avrupa Birliği'ne girmek isteyen bir Ukrayna vardı. Ve Kırım'a kadar uzanan bir Avrupa birliğini ne ABD ne de Rusya istiyordu. Bir başka açıdan ise Kırım, Sovyetlere ait bir bölgeydi; 1783 yılında Çariçe II. Katerina'nın Kırım'ı ilhak etmesinden bu yana Ruslar bu toprakları kendi toprakları olarak bilmekteydi. Yani aslında haritalardaki sınırlar gerçek sınırlarına geri dönmekteydi. Tarih bize aslında 2000'li yılların başında paylaşım mesajını vermeye başlamıştı.
Bölgemizde bu kadar savaş yaşanırken bazı kuralları kaçırmamak gerekiyor. Hiçbir ülke savaş ile ülkelerin sınırlarını değiştirmek istemiyor. 11 Eylül 2001 saldırıları ardından başlatılan ABD'nin Afganistan'a işgali sürecine göz atalım. ABD isteseydi Afganistan'ı dört farklı ülkeye bölerek bölgeden ayrılmaz mıydı? Peki neden dört farklı bölünme yerine yine tek parça ve aynı sınırlarla bölgeden 2021 yılında çekildi? Peki bugün Suriye'yi göz önüne alacak olursak Suriye'nin hangi sınırları değişti? Aslında burada uygulanan şey tam olarak Roma dönemi, Pax Romana döneminin “barış için savaş” mantığını karşılamaktadır. Çünkü Batı'da savaş karşısında olan o ülkeyi bitirmek için yapılmıyor; güçlü barış süreçleri için yapılıyor. Kiev'de gerçekleşen Yalta Avrupa Stratejisi konferansında bunu açıkça görebiliyoruz. Ukrayna bugün hâlâ savaş bölgesi. Eğer Rusya karşısında bulunan bütün liderleri bitirmek, yok etmek üzerine savaş gerçekleştirseydi, sizce bu konferansa bu kadar insan nasıl bu kadar rahat katılım gösterebilirdi? Trenle Kiev'e giden liderler olduğunu duyduktan sonra bu kavramı anlamak daha kolay hale gelmektedir. Yine bölgemizden örnek vermek gerekirse sıkça gündeme getirilen uydurma ‘BOP haritası’ söylemi de dahil olmak üzere tüm tarihsel süreçler, bir gerçeği açıkça ortaya koymaktadır: Hiç kimse Türkiye’nin sınırlarını değiştiremez, hiç kimse bu ülkeyi parçalayamaz. Yine başka bir örneği Sovyetler üzerinden verebiliriz: Sovyetler yıkıldıktan sonra ekonomik olarak zayıf olan Rusya'dan Dağıstan ayrılıp sınırları değiştiremez miydi? Rusya ekonomisinin en zayıf olduğu dönemdi; hâlbuki kimse sınırları değiştirmek istemiyor.
Rusya–Ukrayna savaşında Putin artık barış yapmak istiyor. Ve ABD Başkanı Trump ise bu savaşa barışı getirmek istiyor. Trump'ın Nobel Barış Ödülü almak istemesi aslında bu temelden gelmektedir. Yani Donald Trump dünyaya barışı getiren adam olmak istiyor. Barack Obama'nın 2009 yılında Nobel Barış Ödülü aldığını hatırlayalım. Bu ödülün konusu her ne olursa olsun ABD'nin ilk siyah başkanı olması nedeniyle verildiği konusu hiçbir zaman gündemden düşmemiştir. Burada Nobel ödülü bile bir sembol olarak durmaktadır.
YES Yönetim Kurulu'nda Polonya Cumhurbaşkanı (1995–2005) ve YES Yönetim Kurulu Başkanı Aleksander Kwaśniewski; İsveç Başbakanı Carl Bildt (1991–1994); Estonya Cumhurbaşkanı Kersti Kaljulaid (2016–2021); Finlandiya Başbakanı Sanna Marin (2019–2023) ve Ukrayna'nın da olduğunu unutmamak gerekir. II. Dünya Savaşı'nın sonu olan 1945 yılından Soğuk Savaş'ın sonu olan 1991 yılına kadar Avrupa'yı iki ayrı bölüme bölen ideolojik çatışma alanlarını ve fiziksel sınırları tanımlayan Demir Perde'ye ne kadar da benziyor, değil mi?
2025 yılında Ukrayna'da savaşın sona ermesi konusu üzerine gerçekleşen bu toplantıya, ABD Başkanı Donald Trump'ın son günlerdeki açıklamalarını da eklemek istiyorum. Trump açık bir şekilde tüm NATO ülkelerinin bir bütün halinde Rusya'dan petrol ithalatına son vermesi halinde Rusya'ya yaptırım uygulamaya hazır olduğunu belirtti. Trump Çin'e gümrük vergilerini artırma çağrısı da yaptı. Yani artık büyük bir barış için gerçekleşen savaşın sonuna gelmiş olabiliriz…