Bir avuç toprağı eline alıp kokladığında, orada çiçeklerin, otların, ağaçların değil; bizzat hayatın kokusu vardır. Çünkü toprak, sessizce saklar her şeyi. İnsan da toprağa benzer; ne kadar yükü olursa olsun, taşır, bekletir, büyütür ve günü gelince geri verir.

Çocukken toprağa çıplak ayakla basardım. Annem kızardı, “Ayağın kirlenir” diye. Oysa ayağım kirlenmezdi, tam tersi, arınırdı. Çünkü toprak, hem kir hem ilaçtır. Hem ölüm hem doğumdur. Bu yüzden belki de, insan en çok toprakla barışıkken huzurludur.

Şimdi şehirlerin gri kaldırımlarında yürürken, topraktan ne kadar koptuğumuzu görüyorum. Beton, gökyüzüne uzandıkça insanın kökleri zayıflıyor. Sadece ağaçların değil, insanların da kökü topraktadır. Ve köklerimiz kurudukça, kalbimizdeki bereket de çekiliyor. Ne kadar teknoloji, beton, plastik varsa; o kadar ruhsuzluk, kuraklık, yabancılaşma var.

Toprağın kıymetini bilmek; sadece çiftçi olmak, tarım yapmak değildir. Toprağın kıymetini bilmek, bir zeytin çekirdeğini çöpe değil, toprağa atmak demektir. Yolda bulduğun kuru bir dal parçasını kırıp atmak yerine, onu kimin düşürdüğünü düşünmek demektir. Toprağa basarken, onun üzerinde yürüyen tüm karıncalardan, solucanlardan, köklerden, hatıralardan özür dilemek demektir.

Çünkü toprak, kibrimizi yutar. Toprak, bizi sessizleştirir, sabırlı yapar, beklemeyi öğretir. Toprağın üstüne giydiğimiz her şey – ünvanlarımız, unvanlarımız, paralarımız, öfkelerimiz – toprağın altında hükmünü yitirir.

Bir gün hepimiz döneceğiz o ana kucağına. Ve işte o gün, toprağı hor görenler değil; ona sevgisini, saygısını ve duasını esirgemeyenler huzurla uyuyacak.

Toprak… Kimi için sadece kahverengi bir yığın. Kimi için yedi kat göklerin altındaki en büyük nimet. O yüzden, toprağın kıymetini bilmek aslında insan olmanın, kalp taşımanın ve merhamet etmenin de en gerçek yoludur.