Son yıllarda savaşlardan bahsetmediğimiz gün kalmadı. Ama artık sormanın zamanı geldi: Her savaş gerçekten karşısındaki ülkeyi yok etmek için mi başlatılır? Gelin tarihin, coğrafyanın ve ekonominin iç içe geçtiği o katmanlı geçmişe doğru kısa ama etkili bir yolculuğa çıkalım. Belki cevabı orada buluruz.

1870’lerde dünya, sonu gelmeyen bir krizin içindeydi. Uzun Depresyon olarak bilinen bu dönem yalnızca Avrupa’da değil, Osmanlı’dan Amerika’ya kadar tüm dengeleri sarstı. Bankalar kredi veremez hale geldi. Buhran o kadar derindi ki, 6 Ekim 1875’te Osmanlı Devleti moratoryum ilan etmek zorunda kaldı. Beş yıl boyunca borç ödemeleri askıya alındı; geri ödeme ise yirmi beş yıla yayıldı.

Osmanlı bu dönemde ciddi ekonomik kayıplar yaşadı, ancak dikkat çekici bir nokta var: Sultan Abdülaziz, elindeki hisseleri krizden önce satmadı. Elinde bulunan senetleri değerlendirerek buhran sonrası yeniden alım yoluyla kişisel çıkar elde etme imkânına sahipti. Ama o, bunu yapmadı. Çünkü Osmanlı’ya sultan olmakla Osmanlı’nın başına geçmek arasında fark vardır. Biri kendi menfaatini düşünür, diğeri devletin onurunu. Ne acıdır ki, böylesi bir sultan krizin üzerinden sadece bir yıl geçmişken haince tahtından indirildi. Tarih bazen doğru olanı yapanları da acımasızca yargılar.

Aynı dönem Afrika kıtası da sessizce şekillendiriliyordu. Üretim yapmayan, fakat yer altı zenginlikleriyle dolu bir coğrafya paylaşılmaya başlandı. Amaç sadece hammadde değildi; bu kaynaklar üretim zincirine sistemli biçimde entegre edilmeli, kapitalist ekonominin sürekliliği sağlanmalıydı. Bugün Avrupa’nın dört bir yanında PET şişelerin bile geri dönüştürülerek yeniden üretime sokulması işte bu sistematik düşüncenin modern izdüşümüdür. Çünkü üretim artık sadece üretmek değil, döngüyü sonsuz hale getirme becerisidir.

Tarihsel haritamızı Afrika’dan Malaka Boğazı’na kadar olan coğrafyaya çevirdiğimizde İngiliz etkisinin neredeyse tüm adalarda hissedildiğini görürüz. Aden Körfezi’nden Hindistan açıklarına kadar uzanan bölgede İngilizlerin askeri varlığı neredeyse tartışmasızdı. Mauritius gibi küçük ama stratejik adalarda dahi üsleri vardı. Umman Denizi’nin alt ucunda, Hint Okyanusu’na açılan kapının hemen eşiğinde. Böylesi küçük bir adaya bile asker yerleştirmek, İngilizlerin bölgeyi nasıl bir titizlikle kontrol ettiğini açıkça gösteriyor.

Yüzümüzü Basra Körfezi’ne çevirdiğimizde tablo daha da netleşir. Katar’ın tam karşısında, İran kıyılarındaki Buşehr şehri, 19. yüzyılın sonlarında İngilizler tarafından askeri üs olarak kullanılıyordu. Kuveyt, Bahreyn gibi körfez ülkelerinde de İngiliz askeri varlığı hâkimdi. Bir zamanlar haritalarda sessiz görünen bu noktalar, çoktan küresel stratejilerin merkezine yerleşmişti.

Yıllar geçti. Tarih 1970’leri gösterdiğinde İngilizler bölgedeki üslerini geri çekerken, onların yerini Amerika Birleşik Devletleri aldı. Bugün İran’ın ABD’nin Katar’daki üslerine saldırmasının arkasındaki tarihi anlamak işte bu süreçle mümkün. İran geçmişi unutmaz; özellikle de topraklarında bir zamanlar yabancı bir gücün askeri varlığı söz konusuysa.

Ve sonra sahneye Trump çıktı. Donald Trump, İran’a dair klasik düşmanlık anlatısının ötesine geçen, çok katmanlı bir strateji izledi. Hatırlayın, 2018’de sarf ettiği o cümleyi: “Make Iran Great Again” – “İran’ı yeniden büyük yap.” Bu açıklama boşuna değildi. Trump, İran’ın eski güçlü dönemine dönüşünü, nükleer silahlanma yerine üretim, petrol ve maden alanlarına yönelerek gerçekleştirmesini istiyordu. Çünkü İran, nükleer programına harcadığı her kaynakla piyasadan, üretimden, işbirliğinden uzaklaşıyordu.

Bu noktada bir başka soru ortaya çıkıyor: Eğer tüm dünya İran’a düşmansa, bu ülke bugüne kadar nasıl ayakta kaldı? Demek ki mesele İran’ı yok etmek değil; onu dönüştürmek. Nükleer silah Müslümanların eline geçmesin diyenler, Pakistan’ın elinde hâlihazırda bu silahların bulunduğunu gayet iyi biliyor. O hâlde sorun başka yerde: İran’ın sistemin dışına itilmiş bir şekilde hareket etmesi istenmiyor. Aksine, üretimin içine çekilmesi hedefleniyor.

Kimi buna kapitalizm diyebilir, ben ise farklı bir yerden bakıyorum. Kapitalizm doygunluğa ulaşmadan sosyalizm gerçekleşemez. Üretim kapasitesi aşırı seviyelere taşınmadan, toplumun ortak mülkiyetine dayalı yeni bir sistem kurulamaz. Yani kapitalizm, kendi sonrasının yolunu da hazırlar. Karl Marx’ın kapitalizmi, kendi sonunu hazırlayan sistem olarak tanımlaması, bu döngüsel bakış açısıyla örtüşüyor. İran gibi ülkeler de bu döngüye dâhil edildiğinde, sadece kendileri değişmez; dünyanın çehresi de dönüşür.

Tarih bize sürekli şunu soruyor: Her savaş gerçekten yok etmek için mi yapılıyor? Yoksa bazen savaş, üretimi yeniden şekillendirmek, güçleri yeniden pozisyonlandırmak, tarihin akışını başka bir rotaya sokmak için mi tercih ediliyor?

Belki de en kritik sorunun cevabı burada gizli…