Lozan’daki masada yalnız Batı değil, Doğu da oturuyordu… Bir asrın ardından hâlâ tartışılan, ama Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerini atan bir diplomasi zaferi: Lozan Barış Antlaşması. İsviçre’nin Lozan kentinde, Leman Gölü kıyısında, 24 Temmuz 1923 günü imzalanan bu belge, yalnızca bir savaşın değil, bir imparatorluğun da resmen sonu anlamına geliyordu. Lozan’da yalnız Yunanistan’la değil, Osmanlı’nın 1918’de kaybettiği bir dünya savaşının galipleriyle de yeniden masaya oturuldu.
İlk görüşmelerdeki en kritik hamle, saltanatın kaldırılmasıyla İstanbul Hükûmeti’nin devre dışı bırakılmasıydı. Ankara’nın temsilcisi İsmet Paşa, yalnızca askeri bir zaferin değil, diplomatik bir direnişin de öncüsü oldu. Kapitülasyonlar, azınlık hakları, borçlar, sınırlar ve boğazlar gibi onlarca başlıkta günler süren müzakereler yapıldı. Görüşmeler zaman zaman kesildi, savaş ihtimali yeniden belirdi. Ancak bu kez, Sovyetler Birliği’nin açık desteği ve Anadolu halkının kararlılığı ile İtilaf Devletleri geri adım attı.
Lozan’da alınan kararlar, sadece yeni Türkiye'nin sınırlarını değil, varoluş esaslarını da belirledi. Kapitülasyonların kaldırılması, Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığının tesciliydi. Osmanlı borçlarının yeniden yapılandırılmasıyla ülke geleceği üzerindeki dış mali yük hafifletildi. Kıbrıs, Boğazlar ve Adalar gibi alanlarda uluslararası hukuk çerçevesinde çözümler üretildi. Antlaşmada en çarpıcı başlıklardan biri ise azınlıklar konusuydu. Lozan ile birlikte, Türkiye sınırları içindeki azınlıkların, Türk vatandaşı kabul edilerek hukuk önünde eşit yurttaşlar haline geldi. Bu yaklaşım, etnik ya da dini temelli ayrıcalıklı yapıların önünü keserek ulus-devlet anlayışının temelini güçlendirdi. Eğitim, ibadet ve kültürel haklar güvence altına alınırken, bu hakların Türk hukuk sistemine entegre edilmesi ilkesi benimsendi. Böylece hem içeride birliğin sağlanması hem de dışarıya karşı çağdaş bir devlet görüntüsünün verilmesi amaçlandı. Bu yüzden yıllardır hep aynı cümleyle özetlenir: “Lozan, Türkiye’nin tapusudur.”
Peki, bu tarihi masada Japonya ne arıyordu?
Uzakdoğu’dan gelen bir imparatorluk, Anadolu’daki bir barış görüşmesinin tarafı oluyorsa, bu durum sadece bir formalite değildir; diplomasi tarihinde sembolik anlamı büyüktür. Japonya, I. Dünya Savaşı sırasında Almanya’ya, ardından da Osmanlı’ya savaş ilan etmiş ve bu sayede savaş sonrası yapılan antlaşmalarda masa hakkı kazanmıştı. Askerî açıdan, Osmanlı topraklarında doğrudan savaş cephelerine katılmayan Japonya, yalnızca Pasifik’teki deniz operasyonlarında yer aldı. Buna rağmen galip devletlerin yanında saf tuttuğu için diplomatik arenada söz sahibi ülkelerden biri haline geldi.
Tıpkı bizim, II. Dünya Savaşı’nın son günlerinde Almanya’ya sembolik olarak savaş ilan edip San Francisco Konferansı’na katılmamız gibi... Türkiye, o dönemde savaşın kaderini belirleyen cephelerde doğrudan yer almamıştı. Ancak Almanya’ya savaş ilan ederek, savaşın sonunda şekillenecek yeni dünya düzeninde yer alma hakkı kazandı. Bu adım sayesinde, kurucu üyeleri arasında yer aldığı Birleşmiş Milletler sistemine dâhil oldu. Aksi takdirde, savaş dışı bir ülke olarak bu yapının dışında kalması kaçınılmazdı.
Japonya’nın I. Dünya Savaşı’ndaki rolü de benzer bir diplomatik stratejinin ürünüdür. Askerî olarak Osmanlı topraklarında doğrudan yer almamış, yalnızca deniz harekâtlarına katılmış olan Japonya; Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı'ya savaş ilan ederek galipler arasında yer almış, bu sayede savaş sonrası antlaşmalarda söz sahibi bir konuma yükselmiştir. Japonya, Lozan’da bir zaferin değil, sistemin parçasıydı. O dönemde İngiltere ve Fransa’nın stratejik desteğiyle hareket eden Japonya, tıpkı Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi, küresel güç dengeleri içinde kendine alan açmaya çalışan bir aktör konumundaydı.
Nitekim, 20. yüzyıl başlarında İngiltere ve Fransa'nın yalnız Avrupa’da değil, Uzakdoğu ve Orta Doğu’da da eşgüdümlü hareket ettikleri görülür. Bu iki güç, farklı coğrafyalarda zaman zaman çıkar çatışmalarına girseler de, büyük ölçüde küresel paylaşım konusunda ortak bir zeminde buluşmuşlardı. Orta Doğu’nun paylaşım sürecinde Antakya ekümenikliği Fransız nüfuzuna bırakılmış, İskenderiye ekümenikliği İngiltere’nin kontrolüne geçmiş, tarihsel öneme sahip bu iki ekümeniklik bu paylaşımın birer diplomatik aracı olarak değerlendirilmiştir. Bu birliktelik, Japonya’nın da dahil olduğu geniş çaplı uluslararası sistemin nasıl şekillendiğine dair önemli bir örnektir.
Japonya’nın bu süreçteki uluslararası yükselişi, iç dönüşümlerle paralel ilerliyordu. 1868’de başlayan Meiji Restorasyonu, Tokugawa Shogunluğu’nun sonunu getirmiş, ülkeyi modernleşme yoluna sokmuştu. Bu dönemde yaşanan alt samuray isyanları, dışa açılma politikalarının etkisiyle bastırılmış, Batı destekli merkezî yönetim güç kazanmıştı. 1868’de Shogun Tokugawa Yoshinobu’nun istifasıyla başlayan bu yeni çağ, Japonya’yı hızla askeri, ekonomik ve diplomatik olarak dönüştürmüş ve onu 20. yüzyılın başında küresel bir güç haline getirmişti.
Lozan masasında Japonya’nın varlığı, Türkiye’nin yalnız Batı’dan değil, Doğu’dan da tanındığının, yeni cumhuriyetin meşruiyetinin evrensel bir zemin kazandığının göstergesidir. Bu nedenle Japonya’nın imzası, bu antlaşmanın yalnızca bir Batı diplomasisi olmadığını, Türkiye’nin Doğu’nun da dikkatini çeken bir bağımsızlık örneği sunduğunu gösterir. Dahası, I. Dünya Savaşı’nda iki ülke zıt kutuplarda yer almışken, barış masasındaki bu buluşma sembolik olduğu kadar tarihî bir eşik de olmuştur. Japonya, Lozan’ın imzalanmasından kısa süre sonra, 7 Temmuz 1924’te Türkiye’yi resmen tanıdı. Tokyo’da Türk Büyükelçiliği açıldı; aynı yıl İstanbul’da Japon diplomatik misyonu göreve başladı. 1937’de ise Japonya Büyükelçiliği resmen Ankara’ya taşındı.
Lozan sadece bir belge değil, bir geçittir. Osmanlı’dan Türkiye’ye, imparatorluktan ulus-devlete, bölgesellikten küresel denklemde bir aktör olmaya geçişin adı. Japonya’nın bu geçitteki varlığı ise, Asya’nın bir ucu ile Anadolu’nun kaderinin tarihin bir anında kesiştiği yer olarak not düşülmelidir…