Gazze ve Kudüs… Binlerce yıl boyunca kesintisiz bir insanlık tarihinin taşıyıcısı, Akdeniz ile Orta Doğu'nun kalbi arasında duran, taşları bile tarih kokan bir kadim şehirler. Bugün ise yalnızca bombaların gölgesinde değil, aynı zamanda hafızasını yitirmiş bir dünyanın vicdanında yankılanan sessiz bir çığlık. Oysa bu toprakların geçmişi yalnızca acılarla değil, büyük bir medeniyet birikimiyle, direnişin ve varoluşun kodlarıyla örülüdür. Yarının Gazze’sini ve Kudüs’ünü anlayabilmek için gelin birlikte yakın tarihe uzanalım; o topraklarda neler olduğunu ve gelecekte neler olabileceğini değerlendirelim.
Fransa’nın bir dönem hem Kudüs’ün kralı, hem Antakya Prensi, hem de Urfa Kontu olduğunu söyleyerek başlayalım. Şaşırtıcı gelebilir; ancak bu unvanlar, Haçlı Seferleri(1099) sonrası kurulan Hristiyan krallıkları sayesinde ortaya çıkmış, özellikle Selahaddin Eyyubi’nin bu devletlere son vermesinden sonra dahi Avrupa’da sembolik olarak dolaşımda kalmış ve Fransızlar bu unvanları sahiplenmeye devam etmiştir.
Takvimleri 1920’ye götürdüğümüzde, o dönemki adıyla Milletler Cemiyeti (bugünkü Birleşmiş Milletler), Suriye bölgesinin manda yönetimini Fransızlara bırakmıştır. Ancak bu aslında İngilizlerin yaptığı bir hamledir. Zira dönemin küresel güç odağı İngiltere’ydi. Fransa Suriye’yi 5 farklı bölgeye ayırılmış olarak yönetmeye çalışmıştır: Dürzi Dağı Devleti, Şam Devleti, Büyük Lübnan, Alevi Devleti ve Halep Devleti.
Fransızlar için ama dikkat çekici iki bölge vardı: Filistin ve İskenderun Sancağı. 1939’da Türkiye’ye katılan İskenderun Sancağı, Hatay adıyla tarihe geçmiştir. Bu hamle, Arap Körfez ülkelerinin Akdeniz ile olan bağlantısını kesen önemli bir gelişmeydi. Atatürk’ün bu konuda yürüttüğü diplomatik mücadele ve Fransızların bu süreci teklif etmesi dönemin en kritik olaylarındandır. Bu sayede Hatay Türkiye’ ye bağlanmıştı ve Körfez Arap ülkelerinin Akdeniz üzerinde ki etkisi azalmıştı.
Fransızlar, bu parçalı Suriye sisteminin sürdürülebilir olmadığını fark edince önce federal sisteme, ardından da 1925 yılında Suriye Cumhuriyeti’ne geçilmesini sağladılar. Tam bağımsızlık ise ancak 1946’da elde edilebildi. Fransa’nın bu değişken tutumu, bize göstermekteydi ki parçalanmış Suriye'nin Hiçbir ülkeye fayda sağlamadığının kanıtıydı. Bu yüzden o dönemde Suriye parçalanmış olsa bile sonrasında tek devlet tek bayrak altında tekrar bir araya getirilecekti.
İngiltere, Fransa’nın bölünmüş Suriye ile meşgul olmasını isterken, Kudüs üzerindeki kontrolün Fransa’ya geçmesini istemiyordu. 1948’de Birleşmiş Milletler bölgeden çekildiğinde, bölge işgallerle karıştı: Mısır Gazze’yi, Lübnan sınır bölgesinde ki toprakları, Ürdün Batı Şeria ve Kudüs’ü, Suriye ise Golan Tepeleri’ni işgal etti. Bu ülkeler, buralardaki halklara kendi pasaportlarını vererek vatandaşlık hakkı tanıdı. Örneğin, Ürdün’ün 1948’deki nüfusu yaklaşık 400.000 iken, Batı Şeria’yı işgal ettikten sonra 800.000–900.000 kişiyi vatandaş yaparak nüfusunu üç katına çıkardı. Ancak bu hızlı entegrasyon, meclis çoğunluğunu kaybetme riski taşıyordu; bu nedenle mecliste 3’te 1 sınırı getirilerek dengeler korunmaya çalışıldı.
Suriye, bu toprakların "Büyük Suriye"ye ait olduğunu savunuyor; Mısır, Ürdün ve Lübnan da kendi hak iddialarını ortaya koyuyordu. Suudi Arabistan ise, bu bölgeler başka Arap devletlerinin eline geçerse kendi toprakları üzerinde de hak iddialarının oluşabileceğini bildiği için karşı çıkıyordu.
1947’deki Birleşmiş Milletler’in Filistin Bölme Planı(Palestine U.N. Partitation Plan )haritasına göre, Yahudilere Tel Aviv gibi bölgeler bırakılırken, Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’nin bir kısmı Araplara verilmişti. Ancak 1948’de İsrail’in kurulmasıyla komşu Arap ülkeleri bu sınırları kabul etmeyip savaşa girdiler. İsrail, Tel Aviv çevresinde kurulmuştu. 1948 de Sina Yarımadası ve Gazze Mısır tarafından- Batı Şeria ve Doğu Kudüs Ürdün tarafından - Golan Tepeleri de Suriye tarafından- Lübnan ise sınır bölgesine yakın olan kısmı işgal etti. Suudi Arabistan, Fas, Cezayir, Irak, Tunus ve Sudan gibi ülkeler de Arap dayanışması kapsamında İsrail’e karşı bu savaşta asker ve silah desteği verdiler.
Ancak bu savaşlar Arap dünyasının kendi içindeki çatışmalarla birleşince bölgedeki istikrar hiçbir zaman sağlanamadı. Bu durumun farkına varan Abdülaziz bin Suud (İbn Suud), çeşitli Arap emirliklerini ve kabileleri bir araya getirerek 1932 yılında Suudi Arabistan Krallığı'nı ilan etmiştir. Yemen gibi ülkelerdeki iç savaşlar ve emirlik sistemleri, benzer istikrarsızlıkların yansımasıdır. Arapların kendi içlerinde bitmek bilmeyen savaşları her dönem devam etmektedir.
Altı Gün Savaşı(1967) sonrasında BM’ler İsrail’in işgal ettiği toprakları ve bu durumu kabul etmedi. O donem Sovyetler Birliğinin güçlü olduğu donemdi ve BM içerisinde ki veto hakkını da kullanarak 22 kasım 1967 tarihinde BMGK ’de 242 sayılı kararı alındı ve İsrail’in işgalci güç olduğu açıklandı. İlk kez bu tarihi karar ile Filistin halklarının uluslararası alanda tanınmasının başlangıcı oldu.
1973 Yom Kippur Savaşı sonrası, Arap ülkeleri İsrail ve Batılı ülkelere petrol ambargosu uyguladı. Bu ambargo, Batı sermayesinin Çin gibi ülkelere kaymasına ve Çin’in bugün üretim gücünü kazanmasına neden oldu. Petrol, o dönem üretimin her aşamasında kritik bir enerji kaynağıydı.
1978’de Dönemin Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Jimmy Carter arabuluculuğu ile Camp David Anlaşmaları, 1979’da ise Mısır-İsrail Barış Antlaşması yapıldı. Mısır, Sina Yarımadası’nı geri alırken Gazze üzerindeki haklarından vazgeçti. Bu antlaşma ile Mısır, İsrail’i tanıyan ilk Arap devleti oldu.
31 Temmuz 1988’de Ürdün Kralı Hüseyin , Batı Şerida ile olan idari ve hukuki bağlarını keserek bu bölge üzerinde ki iddialarından resmen vazgeçti. Bu karar “ Ürdün-Filistin Ayrılma Planı” olarak bilinir. Tabi Ürdün bu durum karşılığında Mescid-i Aksa Cami’nin idaresini elinde bulundurmaktadır. Bu idare “Kudüs İslam bakıflar ve Mukaddesat İdaresi” (Jordainan Islamic Waqf) tarafından yapılmaktadır. Bu idare resmi olarak Ürdün Vakıflar ve İslam İşler Bakanlığı tarafından yönetilmektedir. Bu bakanlık, Ürdün Haşimi Krallığı’na bağlıdır ve vakfın başı doğrudan Ürdün Kralıdır.
1987’de Hamas’ın (İslami Direniş Hareketi) kurulması söylemleri, 1988’de Ürdün’ün Batı Şeria’dan çekilmesi ve 15 Kasım 1988 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) önderi Yaser Arafat tarafından Cezayir’de Filistin Devletinin bağımsızlığı resmen ilan edildi ve dönemin önemli gelişmelerindendir. Başkenti Kudüs olarak ilan edilse de yönetim Ramallah’tan yürütülmektedir. 2006 seçimlerinden sonra 2008 yılında Gazze’nin yönetimi Hamas’a geçti.
29 Kasım 2012’de BM Genel Kurulu, 138 ülkenin evet oyuyla Filistin’i “gözlemci devlet” olarak kabul etti. Bu statü, BM üyeliği yolunda önemli bir adımdı ve artık Filistin Devleti BM’de temsil edilmeye başlanılmıştı.
Bugün İsrail hâlâ işgalci güç olarak Filistin’de bulunmaktadır. Avrupa ülkeleri son dönemde Filistin’i tanıma konusunu gündeme almaktadır. Finlandiya Cumhurbaşkanı Alexander Stubb, Filistin’in devlet olarak tanınmasını desteklediğini açıklamıştır. Ancak diğer Avrupa devletlerinin açıklamalarını da inceledikten sonra net bir şekilde anlaşılıyor ki , Hamas’ı tanımak istenilmemektedir, Ramallah yönetimi ön plana çıktıkça Filistin Devleti’nin tanınma süreci hızlanacaktır.
ABD Başkanı Trump’ın “Gazze’yi Riviera’ya çevirmek istiyorum” açıklaması bölgenin nasıl değerlendirildiğini net şekilde göstermektedir. Suriye’de 1918’den bu yana süren parçalı yönetim modeli, Arapların kendi aralarında ki savaşları ve Kudüs-Gazze üzerindeki hak iddiaları savaşın bitmesini engellemektedir.
BM’nin Golan Tepeleri’ndeki Barış Gücü (United Nations Disengagement Force) hâlâ aktiftir. Bu güç, İsrail ile Suriye arasındaki gerilimi kontrol altında tutmaktadır. Bu barış gücünün yıllar içinde Finlandiya ve İsveç’ten komutanlar tarafından yönetilmiş olması da, BM’nin bölgeye verdiği önemi göstermektedir. Kıbrıs örneğinde olduğu gibi, BM Barış Gücü’nün varlığı savaş ihtimalini engellemektedir. BM Barış Gücünün hala Kıbrıs ve Golan Tepesinde bulunması Suriye ile İsrail arasında ki güçlü ve güvenilir hattın oluşması anlamanı gelmektedir.
Gerçekte ABD ve Avrupalı ülkeler İsrail’in savaşı kazanmasını istemektedirler. Bölgede savaşsız, kontrollü bir huzur ortamı oluşmasını. Çünkü bu bölge, yeni dünyanın en değerli topraklarından biri olmaya adaydır. Mülkleri satın alacak olanlar ise tabi ki ABD’li ve Avrupalı yatırımcılar olacaktır. Ayrıca belirtmek gerekir ki Araplar artık bölgede savaş istemediğini açıkça söyleyebilirim. Çünkü yıllar boyunca süren savaşlar yüzünde bölge ekonomik olarak zarar etmekte ve dünya düzenin gerisinde kalmaktadırlar.
Filistinlilerin bölgeden sürüleceği iddiasına da inanmıyorum; zira bölgeyi bilen iş gücüne ihtiyaç duyulacaktır. Hristiyanlar için de Kudüs kutsaldır. Eğer Kudüs’ü İsrail’e bırakmak isteselerdi, Suriye’yi tek parça bırakan bir İngiltere görmek mümkün olurdu. Kraliçe II. Elizabeth’in 70 yıllık Kraliçelik süresi boyunca 100 den fazla ülkeyi resmi olarak ziyaret etti ama ne ilginçtir ki İsrail’i hiçbir zaman resmî olarak ziyaret etmemesi de, bu konuda önemli bir işarettir.
Armagedon Savaşı, hem dini inanışlarda hem de jeopolitik teorilerde büyük bir son savaş senaryosu olarak geçer. Kimine göre sadece bir teoriden ibarettir kimine göre gerçekleşmesi beklenmektedir. Hristiyanların kutsal kitabı İncil de ( Vahiy Kitabı 16:16 ) Armagedon direkt olarak geçmektedir. Müslümanlıkta Melhame-i Kübra olarak geçtiğine inanılır. Hristiyanlar bu savaşta sonrasında güçleneceklerine inanmaktadırlar. Ve ayrıca incilide geçen ( Vahiy Kitabı 7 ve Vahiy Kitabı 14) bölümlerde İsrail oğullarından 144.000 kişinin son savaş sonrasında kurtulacağına inandığını da düşünürsek Hristiyanlar kutsal topraklarını İsraillilere bırakmak istemez. Evet yanlış duymadınız kutsal kitapta büyük son savaş sonrasında dünya üzerinde 144.000 İsrail oğlunun kalacağına inanılmakta. ABD Başkanı Donald Trump’ın da bağlı olduğu düşünülen Evangelikal Hristiyanlar’ın (Evangelical Christians) İsrail’in Kudüs’ü almasını desteklemeleri hiç de şaşırtıcı bir olay değildir. Fakat Mesih’in kurtarıcı olarak geleceği zamanda büyük son savaş sonrasında(Armagedon Savaşı olarak inanılmaktadır) Kudüs’ü İsraillilerden geri ve temelli alma niyetleri de aslında bir o kadar şaşırtıcı olmayan bir gerçekliktir.
Gazze ve Kudüs’ün bugünkü hâlini anlamak için yalnızca güncel siyasetle değil, dinler tarihini anlayarak, tarih boyunca bu topraklarda yaşanan kırılmalarla yüzleşerek gerçekleşir. Parçalanmış halklar, zengin kaynaklara rağmen yoksulluk ve çatışma içinde bırakılmıştır. Artık ne Arap halkları ne de dünya bu bölge de yeni bir savaş istemiyor. Ortadoğu’da kalıcı barışın ve kalkınmanın yolu, tarihi doğru okumaktan ve bölgesel iş birliğinden geçmektedir. Gazze ve Kudüs yalnızca bir coğrafya değil; insanlığın vicdanının sınandığı bir eşiktir…