Avrupa'nın önde gelen aşırı sağ liderleri, 8-9 Şubat 2025 tarihlerinde Madrid'de yapılan "Patriots for Europe" zirvesinde bir araya gelerek, ABD Başkanı Donald Trump'ın politikalarını överek Avrupa'da benzer bir dönüşüm çağrısında bulundular. Macaristan Başbakanı Viktor Orbán, Fransa Ulusal Birlik Partisi lideri Marine Le Pen, Hollanda Özgürlük Partisi lideri Geert Wilders ve İtalya Başbakan Yardımcısı Matteo Salvini gibi önemli figürlerin katıldığı etkinlik, Avrupa'daki aşırı sağ hareketlerin güçlenmesinin bir sembolüydü. Zirvenin sloganı, Trump'ın "Make America Great Again" söylemine atıfta bulunarak "Make Europe Great Again" olarak belirlendi. Bu toplantı, yalnızca bir politik buluşma değil, aynı zamanda Avrupa'daki aşırı sağın giderek büyüyen etkisinin bir göstergesi olarak dikkat çekiyor. Liderler, toplantıda göçmen karşıtlığı, İslamofobi ve "woke" kültürüne karşı eleştiriler gibi temaları vurguladılar. Özellikle Salvini, Avrupa Birliği'ni eleştirerek "Brüksel'de inşa edilen kafes Avrupa değildir" dedi. Orbán ise Trump'ın zaferinin Avrupa'da da benzer bir dönüşüm başlatacağına inandığını belirterek, "Dün biz sapkındık, bugün ana akım olduk" ifadesini kullandı. Bu söylemler, Avrupa'da aşırı sağın güç birliği içinde hareket etmeye başladığını ve Trump’ın politikalarının Avrupa'daki benzer hareketlere ilham verdiğini gösteriyor. Ancak, bu gelişmelerin Avrupa'nın demokratik değerleri ve insan hakları açısından tehditler oluşturabileceği konusunda ciddi endişeler de bulunuyor. Avrupa Birliği'nin bütünlüğüne zarar verebilecek kutuplaştırıcı söylemler, toplumsal huzursuzluğu artırabileceği gibi, Avrupa'nın siyasi geleceğini de şekillendirecek önemli dinamikler yaratabilir. Bugün Madrid'de ortaya konan fikirlerin kökenleri yüzyıllar öncesine dayanıyor.
İspanya'da aşırı sağcılar, Endülüs’ün yok edildiği “Yeniden Fetih” (Reconquista) kavramını referans alıyor. Endülüs döneminde, İber Yarımadası’ndaki Hristiyanların, yarımadadaki Müslümanların varlıklarını ortadan kaldırmak amacıyla gerçekleştirdikleri çabalar “Reconquista” olarak adlandırılmaktadır. 1492 yılında son Endülüs devleti olan Granada'nın yıkılmasıyla başarıya ulaşan Reconquista, İspanyolca'da “Yeniden Fetih” anlamına gelir. Granada Savaşı (Guerra de Granada), Hristiyanların zaferiyle sonuçlanmış ve İber Yarımadası'ndaki son Müslüman krallığı olan Granada Krallığı, Kastilya Krallığı'na katılmıştır. Bu zafer, Hristiyan krallıklarının 8. yüzyılda başlattığı Yeniden Fetih sürecinin sona erdiğini simgeliyor.
Avrupa'nın dünyaya bakışının erken temellerinden biri, Papa VI. Alexander'ın 1494 yılında ilan ettiği Tordesillas Antlaşmasıdır. Bu belge ile dünya, Portekiz ve İspanya arasında bölündü ve Avrupalı güçler dışında hiçbir topluma kendi kaderini tayin etme hakkı tanınmadı. Avrupa merkezli bu bölünmeci anlayış, bugün aşırı sağın "Batı medeniyetini koruma" söylemleriyle benzerlik taşıyor. 1996’da Samuel P. Huntington, Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması kitabını yayımlayarak, Soğuk Savaş sonrasının ana çatışmasının ideolojik değil, medeniyetler arasında olacağını savundu. Bugün Madrid'deki toplantıya katılan liderler, Huntington’un teorisini pratikte hayata geçirme niyetinde gibi görünüyor. Avrupa’nın Hristiyan köklerine vurgu yaparak, "dışarıdan gelen" unsurlara karşı kendini savunması gerektiği söylemi, Huntington'un tezinin siyasal arenadaki bir yansıması olarak değerlendirilebilir.
Huntington'un teorisini besleyen en büyük olaylardan biri, 11 Eylül 2001'de İkiz Kuleler'e yapılan saldırılardı. Bu olay Batı'daki göçmen politikalarını değiştirirken, İslam dünyasına duyulan güvensizliği artırdı. Avrupa'da giderek büyüyen aşırı sağ hareketler, 11 Eylül'le birlikte "medeniyetler arasında varoluşsal bir sınav verildiği" söylemini yerleştirdi. Madrid toplantısının gündeminde de "Batı'nın dış tehditlerden korunması" söylemi yoğun bir şekilde işlendi.
2005'te, Medeniyetler Çatışması tezine bir alternatif sunmak adına, Birleşmiş Milletler öncülüğünde "Medeniyetler İttifakı" kuruldu. İspanya Başbakanı José Luis Rodríguez Zapatero öncülüğünde başlatılan bu girişim, Batı-İslam diyaloğunu güçlendirmeyi amaçlıyordu. Ancak Avrupa'da artan aşırı sağ hareketler ve popülist politikalar, bu tür diyalog girişimlerinin etkisini azalttı. Bugün Madrid'deki toplantıda savunulan fikirler, Medeniyetler İttifakı'nın tersine, ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı bir vizyon ortaya koyuyor.
Sonuç olarak, Avrupa'daki aşırı sağ hareketlerin yükselişi, tarihsel kökleri olan bir ideolojik ve politik dönüşümün yansımasıdır. 1494'te Papa VI. Alexander tarafından ilan edilen Tordesillas Antlaşması, dünyayı İspanya ve Portekiz arasında paylaştırarak Batı'nın küresel hâkimiyetinin ilk adımlarını atmıştı. Yüzyıllar sonra, bu hegemonya farklı biçimlerde kendini göstermeye devam etti. Samuel P. Huntington'un Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması adlı eseri, Soğuk Savaş sonrası dünyanın ideolojik mücadelelerden kültürel ve medeniyet temelli çatışmalara evrildiğini savunarak bu dönüşümün teorik temelini oluşturdu.
11 Eylül saldırıları ise bu çatışma söylemini derinleştirerek Batı ile İslam dünyası arasındaki gerilimi artırdı. Bunun karşısında geliştirilen Medeniyetler İttifakı girişimi, küresel barış için diyalog ve iş birliğini teşvik etmeyi amaçladı. Ancak günümüzde aşırı sağın yükselişi, bu tür çabaların ne denli kırılgan olduğunu gösteriyor.
Avrupa'nın geleceği, bu tarihsel arka planı nasıl değerlendireceğine bağlı olacak: Küresel geçmişin mirasını bir çatışma aracı olarak mı kullanacak, yoksa farklılıkları kucaklayan bir ortak yaşam kültürü mü inşa edecek?