Türkiye bir Avrupa devletidir. Bugün Avrupa’nın genelini ilgilendiren diplomatik toplantılarda her zaman masada oturan, karar süreçlerinin parçası olan bir devlettir. Peki, yüzyıllar boyunca “doğunun kalbi”, “Orta Doğu’nun merkezi” olarak tanımlanan Osmanlı Devleti nasıl oldu da bir Avrupa devleti kimliğine kavuştu?
Bir başka merak konusu da şudur: 1850’lerde “hasta adam” olarak anılan Osmanlı’da yaşayan gayrimüslimlerin hakları konusunda neden hiçbir devlet tek başına söz sahibi olamadı? Ya da Hristiyanların Osmanlı topraklarında kilise açma talepleri hiç mi olmadı?
Bu sorular bizi doğrudan 1856 Paris Antlaşması’na götürür. Çünkü bu antlaşma, yalnızca Osmanlı için değil, Rusya, İngiltere ve Fransa için de dönüm noktasıydı. Kırım Savaşı (1853–1856), yalnızca Osmanlı ile Rusya arasında geçen bir askeri çatışma değil; Avrupa’nın siyasi ve dini dengelerini kökten sarsan bir imparatorluklar mücadelesiydi.

Savaşın görünen nedeni, Filistin’deki kutsal yerler üzerindeki dini rekabetti; ama perde arkasında asıl mesele, büyük güçlerin nüfuz alanlarını genişletme arzusu ve Osmanlı’nın zayıflayan toprak bütünlüğüydü. Kırım, Karadeniz’in kuzeyinde bir yarımada olmanın ötesinde, imparatorlukların Akdeniz’e ve Ortadoğu’ya açılan kapısıydı. Rusya için sıcak denizlere inme hayali, İngiltere ve Fransa içinse bu ilerleyişi durdurmak bir zorunluluktu. Böylece Kırım, 19. yüzyılın büyük jeopolitik hesaplarının düğüm noktası haline geldi.
Rusya, savaş öncesinde Ortodoks tebaasını koruma bahanesiyle Osmanlı’ya diplomatik baskı yapıyordu. Çar I. Nikolay’ın “hasta adam” benzetmesi, aslında Osmanlı’nın zayıflığından yararlanma niyetinin bir ifadesiydi. Prens Menşikov’un 1853’te İstanbul’a gönderilmesiyle başlayan bu gerilim, yalnızca inanç temelli bir girişim değil, Boğazlar üzerinden Akdeniz’e inme stratejisinin bir parçasıydı. Osmanlı’nın bu talepleri reddetmesi, Rusya açısından açık bir meydan okumaydı ve savaşın patlak vermesine zemin hazırladı.

Kudüs ve çevresindeki Hristiyan kutsal mekânlar ise yüzyıllardır Katolikler ile Ortodokslar arasında rekabet konusuydu. 1852’de Sultan Abdülmecid’in Fransa’nın baskısıyla Katolikler lehine yayımladığı ferman, Rusya tarafından hem diplomatik bir aşağılanma hem de dini bir meydan okuma olarak algılandı. Bu karar, Avrupa’da nüfuz alanlarının yeniden çizilmesini başlatan bir kıvılcım oldu.
Rusya’nın Eflak ve Boğdan’ı işgaliyle gerilim artık geri dönülmez bir noktaya geldi. Osmanlı’nın Ekim 1853’te savaş ilan etmesiyle Avrupa dengesi bir anda altüst oldu. İngiltere ve Fransa, Rusya’nın Akdeniz’e inmesini kendi çıkarlarına tehdit olarak gördükleri için Osmanlı’nın yanında savaşa girdi. 1855’te Sardinya-Piyemonte’nin de katılımıyla savaş, neredeyse tüm Avrupa’yı içine aldı. Savaşın ağırlık merkezi Kırım’dı; Sivastopol limanı, Rusya’nın Karadeniz’deki varlığının kalbiydi.
Yalnızca Kırım değil, Rusya’ya bağlı Helsinki bile İngiliz donanması tarafından bombalanıyordu. Karadeniz nerede, Baltık nerede demeyin; İngiltere’nin hedefi Rusya’yı her cepheden kuşatmaktı.

Bu hafta ABD Başkanı Donald Trump ve Finlandiya Cumhurbaşkanı Alexander Stubb Beyaz Saray’da bir görüşme gerçekleştirdi. Görüşmede Finlandiya’nın ABD’ye 11 adet buz kıran gemisi yaparak satışını gerçekleştireceği açıklandı. Kırım Savaşı zamanında Baltık bölgesinde kuşatılan Rusya, bugün de ABD tarafından aynı bölgeden çevreleniyor. Finlandiya bu kez tarihsel bir rol üstleniyor.

Aynı yıllarda, 1854’te ABD donanması Japonya kıyılarına yanaşmış ve Kanagawa Antlaşması’nı imzalamıştı. Bu antlaşma, yalnızca Japonya’yı değil, Rusya’nın doğusundaki güvenlik alanlarını da dolaylı biçimde etkiliyordu. Çünkü o dönemde İngiltere ve ABD güçlü bir müttefiklik içindeydi. Bu nedenle Kırım Savaşı’nı, aslında Rusya’yı çevreleyen çok cepheli bir savaş olarak tanımlamak daha doğrudur.

Eylül ayında Japon Prensesi Akiko Mikasa Türkiye’yi ziyaret etti. Bu ziyaret, Japonya’nın Türkiye’ye olan desteğinin açık bir göstergesiydi. Tıpkı Japon bilim insanlarının ve mühendislerinin deprem bilinciyle köprüler inşa etmesi gibi. Kırım Savaşı döneminde, 1854’te ABD donanmasının Japonya’ya gitmesi ve aynı zamanda Rusya’nın doğusunu kontrol altına alarak Japonya’nın kapalı dönemi sonlandırması, Japonya’nın dünyaya açılışında dönüm noktası olmuştu. Bugün Japonya ile Türkiye arasındaki güçlü dostluk da bu tarihsel sürecin sembolik bir yansımasıdır. 1856 Paris Antlaşması döneminde olduğu gibi, dünya bugün de Rusya’nın yok olmasını istemiyor; ama bu süreçlerde Türkiye’nin zarar görmemesini de istiyor.


Bu savaş, ilk kez telgraf, buharlı gemi ve modern tıbbi lojistik gibi yeniliklerin kullanıldığı bir dönemdi. Florence Nightingale’in çabalarıyla modern hemşirelik anlayışı doğdu.
1856 Paris Antlaşması, savaşın sonunu getirirken Avrupa siyasetinde de yeni bir sayfa açtı. Osmanlı İmparatorluğu ilk kez bir Avrupa devleti olarak kabul edildi; toprak bütünlüğü büyük devletlerin ortak garantisi altına alındı. Karadeniz tarafsız bölge ilan edilerek Rusya’nın askeri varlığı sınırlandırıldı. En önemlisi, Ortodoks tebaanın hakları uluslararası düzeyde güvence altına alındı ve Rusya bu konuda tek taraflı koruyuculuk iddiasından vazgeçmek zorunda kaldı. Bu, Çar I. Nikolay’ın dini söylemle süslediği yayılmacı politikasının diplomatik bir yenilgiye dönüşmesiydi.
İşte bu antlaşmayla Osmanlı, Avrupa’nın “konusu” olmaktan çıkıp “tarafı” haline geldi. Yani artık mesele, Avrupa’nın Osmanlı’ya nasıl baktığı değil, Osmanlı’nın Avrupa’nın geleceğinde nasıl bir rol oynayacağıydı. Türkiye’nin bugün Avrupa siyasetinde sahip olduğu konumun kökleri, işte bu masada atılan o imzalarla başladı.

Kırım Savaşı görünürde din adına yapılan bir mücadeleydi; fakat gerçekte 19. yüzyıl Avrupa’sının güç dengelerini yeniden tanımlayan bir kırılmaydı. Osmanlı için geçici bir diplomatik zaferdi ama aynı zamanda Batı’ya bağımlılığın da başlangıcı oldu. Fransa ve İngiltere’nin desteği Rusya’yı durdurmuştu; fakat bu destek, Osmanlı’nın egemenlik alanında yeni bir Batılı nüfuz dönemini başlattı.
Rusya ise yenilgi sonrası yönünü iç reformlara çevirdi. I. Nikolay’ın ölümünün ardından II. Aleksandr döneminde kölelik kaldırıldı, ekonomik reformlar başlatıldı. Bu dönemde Rusya, Tolstoy ve Dostoyevski gibi isimlerle kültürel bir yeniden doğuş yaşadı. Yenilgiyi, iç dönüşüm için bir fırsata çevirdi.
Kırım Savaşı bize şunu gösterir: din ile siyaset, tarihte her zaman birbirine karışmıştır. İnanç, çoğu zaman büyük güçlerin rekabetinde bir araç haline gelmiştir. Kudüs’teki kutsal yerlerin anahtarları üzerinden başlayan diplomatik kriz, Avrupa’nın siyasi haritasını değiştirmiş; Rusya’nın Ortodoksluk üzerinden yürüttüğü imparatorluk siyaseti uluslararası hukuk önünde ilk kez sınanmıştır.
Kırım’ın dumanlı tepelerinde başlayan bu savaş, yalnızca askeri değil, diplomatik hafızada da kalıcı bir iz bırakmıştır.
Ve bugün geriye dönüp baktığımızda, o dönemde Rusya’nın ilerleyişini durdurmak isteyen ülkelerin, aslında Karadeniz ve Akdeniz’deki yayılmacılığı sınırlamak istediğini açıkça görebiliyoruz.

Bugünün benzerliklerine baktığımız zaman Rusya–Ukrayna savaşı Kırım üzerinde yapılmakta; o dönemde de Osmanlı–Rusya savaşı yine Kırım’da yaşanmaktaydı. Yani tarih, coğrafyayı değiştiriyor gibi görünse de stratejik hedefler aynı kalıyor. Yakın geçmişte Rusya’nın Suriye’deki varlığını hepimiz gördük. Türkiye destekli Suriye Milli Ordusunun 7 Aralık’ta Şam’a yürümesinden önce, Lübnan ve Suriye topraklarından kaçan Rus askerleri sahnede yeniden belirdi. Yani tarih, farklı topraklarda, farklı biçimlerde, benzer hikâyeleri yeniden yazıyor. Bugünün olaylarını analiz ettiğimizde, 1856 Paris Antlaşması sürecinin yeniden yaşandığını net biçimde görebiliyoruz.
Lübnan, Suriye ve Filistin coğrafyası tarih boyunca tüm dinler için özel bir anlam taşımıştır. 1850’lerden sonra Avrupalı devletlerin bu bölgede kilise açma girişimleri de aslında bu tarihsel iddianın bir yansımasıydı. Amaç yalnızca ibadet değil, orada kalıcı bir varlık ve etki göstermekti.
Bugün Lübnan hâlâ farklı dinlerin ve farklı ülkelerin temsil edildiği bir bölgedir. Örneğin, Finlandiya’nın dünyada 17 ülkede bulunan Finlandiya Kültür ve Akademik Enstitülerinden biri Lübnan’dadır. Bu ayrıntı bile, dünyanın ve pek çok inancın bakışlarının hâlâ bu bölgeye çevrili olduğunu gösterir.
Suriye’deki Kürt meselesi de bu tarihsel zincirin bir halkasıdır. Çünkü bu sorun, görünüşte Suriye’yi zayıflatırken Türkiye’nin bölgesel konumunu güçlendiren bir etkiye sahiptir. Evet yanlış okumadınız Suriye’de yaşanılan Kürt sorunları aslında Türkiye’nin varlığını güçlendirmektedir. Bu durum Suriye’ye özel değildir. Ermenistan’da da olsa yine temel amaç aynıdır. Türkiye’nin komşularına karşı güçlenmesi temellidir. Aynı Kırım Savaşı’nda olduğu gibi.
150–200 yıl önce bu topraklarda çanlar Osmanlı için çalıyordu. Peki bugün… çanlar kimin için çalıyor?