M.Ö. 1274 yılında gerçekleşen Kadeş Savaşı, tarih sahnesinde yalnızca iki büyük güç arasındaki bir askeri çatışma değil, aynı zamanda diplomasi tarihinde yeni bir dönemin kapısını aralayan bir olaydır. Hitit İmparatorluğu ile Mısır arasındaki bu savaş, günümüzde Suriye sınırları içinde kalan Orontes Nehri yakınlarında, Kadeş kenti civarında yapılmıştır. O dönemde Doğu Akdeniz’in hâkimiyeti, ticaret yollarının kontrolü ve bölgesel güç dengesi açısından kritik öneme sahipti. Mısır Firavunu II. Ramses, imparatorluğunu kuzeye doğru genişletme niyetindeydi. Öte yandan Hititler, I. Muwatalli önderliğinde Suriye ve çevresinde hâkimiyetlerini sürdürmekte kararlıydılar. İşte bu iki imparatorluğun çıkar çatışması, tarihe Kadeş Savaşı olarak geçen büyük karşılaşmaya yol açtı.

Kadeş Savaşı’nın askeri yönü de tarihçiler açısından dikkat çekicidir. II. Ramses, dört ayrı tümenle ilerlerken, Hititler yaklaşık 40.000 askerlik bir kuvvetle pusu kurarak Mısırlıları gafil avlamıştı. Savaşın seyri Mısırlılar için ilk aşamada felaket niteliğindeydi; hatta Firavun’un hayatı dahi tehlikeye girmişti. Ancak savaşın sonlarına doğru Mısırlıların toparlanmasıyla kesin bir zafer elde edilemedi. Bu nedenle Kadeş Savaşı, tarihçiler tarafından genellikle bir “berabere” olarak değerlendirilir. Yani hiçbir taraf kesin hâkimiyet kuramamış, ama her iki taraf da ağır kayıplar vermiştir.

Savaşın ardından, yaklaşık 15 yıl süren gerginlik döneminden sonra, M.Ö. 1259 yılında tarihin bilinen en eski uluslararası barış antlaşması imzalanmıştır: Kadeş Antlaşması(Mısır-Hitit Barış Antlaşması). Bu antlaşma yalnızca bir barış belgesi değil, aynı zamanda tarafların birbirlerini eşit devletler olarak tanıdıklarını gösteren diplomatik bir metindir. Antlaşmanın metni hem Akad çiviyazısıyla kil tabletler üzerine, hem de Mısır hiyeroglifleriyle yazılmıştır. Bugün elimizde iki farklı dildeki metinler sayesinde içerik oldukça net şekilde bilinmektedir.

Antlaşmanın maddeleri arasında oldukça dikkat çekici hükümler vardır. Öncelikle iki taraf birbirine saldırmamayı ve dostane ilişkiler kurmayı kabul etmiştir. Bunun yanında, her iki imparatorluk da üçüncü taraflardan gelebilecek saldırılara karşı birbirlerine yardım etme taahhüdünde bulunmuştur. Yani sadece barış değil, aynı zamanda bir savunma ittifakı da söz konusudur. Esirlerin iadesi, kaçakların geri gönderilmesi ve taraflar arasındaki karşılıklı güvenin tesis edilmesi de antlaşmanın önemli noktalarıdır. Bu, antik çağlarda çok nadir görülen bir durumdur. Öyle ki antlaşmanın kil tabletlerinden bir örneği bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir. Aynı antlaşmanın bir örneği da Birleşmiş Milletler binasında yer almaktadır. Bu örneği 1974 yılında dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil tarafından BM Genel Sekreter U Thant'a takdim edildi. BM bu belgeyi, uluslararası barışın sembolü olarak insanlığa sunmaktadır.

Kadeş Antlaşması’nın özelliği, yalnızca iki taraf arasındaki savaşı sona erdirmesi değildir. Onun asıl önemi, insanlık tarihinde eşitlik temelinde yapılmış en eski yazılı barış belgesi olmasıdır. Yani güç dengesini tek taraflı dayatma yerine, karşılıklı tanıma üzerine kurmasıdır. Bu yüzden tarihin en karanlık dönemlerinde bile barışın bir yolunun bulunduğunu göstermesi açısından ders niteliği taşır.

Bugün bu antlaşmayı çağdaş siyasetle birlikte okuduğumda, çok ilginç paralellikler görüyorum. ABD Başkanı Donald Trump’ın 20 maddelik Gazze planını düşündüğümüzde, aslında Trump ne Gazze’nin tamamen Arapların elinde olmasını istiyor ne de tamamen İsrail’in kontrolünde olmasını. Onun asıl hedefi, burayı bir tampon bölge olarak arada bırakmak. Bu yaklaşımın arka planında, kutsal metinlerden de beslenen bir düşünce yatıyor. Eski Ahit’in Hakimler 10:7 bölümünde şöyle denilmektedir:
“RAB İsrailliler'e öfkelendi. Onları Filistliler'in ve Ammonlular'ın eline teslim etti.”
Bu ifade bize, İsraillilerin Tanrı tarafından Filistinlilerin elinden tamamen kurtulamayacaklarını bildiklerini gösteriyor. Dolayısıyla bugünkü İsrail siyasetini yalnızca Siyonizmle açıklamak bana göre yetersizdir; daha köklü dinsel ve tarihsel arka planların hesaba katılması gerekir.

26 Eylül 2025 tarihinde ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın Suudi haber ajansı Asharq News’e verdiği röportaj da bu bağlamda dikkat çekicidir. Barrack, “Orta Doğu diye bir şey yok, aşiretler ve köyler var” diyerek, bölgenin gerçek dinamiklerini işaret etmiştir. Ona göre Orta Doğu, Batı’nın 1916’da Sykes-Picot Anlaşması’yla çizdiği sınırlarla değil, aşiretler, topluluklar ve dini kimliklerle şekillenmektedir. Bu sözlerin alt metni şudur: İsrail’in varlığı da bölgede bir ulus-devletten çok, aşiretler ve topluluklar üzerine inşa edilmiş bir yapıya dayandırılmak istenmektedir.

Kadeş Antlaşması’nı bu çerçeveden düşündüğümüzde ilginç bir nokta ortaya çıkıyor. Tarih boyunca Arapların temsilcisi konumunda olan Mısırlılar, Kadeş’te taraflardan biriydi. Bugün Katar veya diğer zengin Arap devletleri bölgeyi temsil eden bir konumda görülebilir ama tarih boyunca Arapları temsil eden Mısırlılar olmuştur. Diğer tarafta ise Hititler vardı, yani bugünkü Türkiye toprakları. Dolayısıyla Kadeş Antlaşması’nı günümüz koşullarına uyarlarsak, İsrail’in varlığının iki temel unsura dayandığını söylemek yanlış olmaz: Türkiye ve Mısır. Tarih bize bunun ipuçlarını vermektedir.

Benim için Kadeş Antlaşması, yalnızca tarihte kalmış bir belge değildir. İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde Hitit versiyonunu görebildiğimiz, BM binasında uluslararası barışın sembolü olarak sergilenen bu belge, geleceğin diplomasisi için de bir yol göstericidir. Ben de bugün Hattuşaş'ta bulunmuş Akad dilindeki bu antlaşmanın replikasını, dünya barışı için çalışan Finlandiya Cumhurbaşkanı Alexander Stubb'a hediye etmeye hazırlanıyorum. Çünkü tarihten ders almazsak aynı hataları yeniden yaşarız.

Sonuç olarak, Kadeş Antlaşması dünya tarihindeki en eski uluslararası barış belgesi olmasının ötesinde, eşitlik üzerine kurulmuş olmasıyla insanlığa ışık tutar. Gazze’de, Kudüs’te, hatta tüm Orta Doğu’da barış arayışlarının çıkış noktası da bu olmalıdır. Trump’ın Gazze planında görülen tampon bölge mantığı, Eski Ahit’in işaret ettiği tarihsel gerçeklikler, Tom Barrack’ın aşiretler üzerinden yaptığı tahliller… Hepsi bize aynı şeyi gösteriyor: Bölge hâlâ tarihsel ve dinsel kodlarla şekilleniyor. Dün Hitit ve Mısır arasında geçerli olan gerçek, bugün de Türkiye, Mısır, İsrail ve Filistin için geçerlidir. Barış ancak eşitlik ve karşılıklı tanıma üzerine inşa edilirse kalıcı olur.

Sümer'in Ur şehrinden gelen İbrahim, Kenan ülkesinde neden bir Hititli' den bir mağara ve bir tarla satın alarak kendisini ve ailesini buraya defnettirdi?