Dünya, 1920’lerde I. Dünya Savaşı’nın ardından daha yaşanabilir bir düzen kurmanın yollarını arıyordu. ABD Başkanı Woodrow Wilson, bu amaçla bir fikir ortaya koydu: Devletlerin bir araya gelerek savaşa karşı insanlığı koruyacak bir yapı oluşturması. Bu fikir, “Milletler Cemiyeti” (League of Nations) olarak hayata geçti.

Fakat ironik bir şekilde, bu fikrin çıkış noktası olan ABD, Senato’dan onay alamadığı için Cemiyet’e katılmadı. Bu, yapının en büyük zayıflığı oldu. Cemiyet, II. Dünya Savaşı’nı önlemede başarısız kalınca zayıflık açıkça ortaya çıktı.

Takvimler 1941’i gösterdiğinde ABD savaşa girmemişti. Ancak Roosevelt ve Churchill’in yayımladığı Atlantik Bildirisi (14 Ağustos 1941), Birleşmiş Milletler’in kurulması fikrinin tohumu oldu. ABD’nin savaşa girmesiyle birlikte 1 Ocak 1942’de 26 ülke “Birleşmiş Milletler Bildirisi”ni imzaladı ve “United Nations” kavramı ilk kez resmi olarak kullanıldı.

1943’te Moskova Konferansı’nda, “savaş sonrası barış ve güvenliği korumak için mümkün olan en kısa zamanda uluslararası bir örgüt kurulması” çağrısı yapıldı. Aralık 1943’teki Tahran Konferansı’nda Roosevelt, Churchill ve Stalin bu fikir üzerinde görüş alışverişinde bulundu.

1944 Dumbarton Oaks Konferansı’nda BM’nin ana planı hazırlandı, ismi kesinleşti. Ancak Güvenlik Konseyi veto yetkisi tartışması çözülemedi. 1945 Şubat’ında Yalta Konferansı’nda Stalin, Roosevelt ve Churchill anlaşarak, daimi üyelerin prosedürel olmayan tüm konularda veto hakkına sahip olmasını kabul etti. Bu, BM’nin beş daimi üyesini yarattı. Ayrıca 25 Nisan 1945’te San Francisco’da bir kurucu konferans yapılmasına karar verildi.

San Francisco Konferansı’nda 50 ülke – aralarında Türkiye de vardı – iki ay boyunca BM Şartı’nı tartıştı ve 26 Haziran 1945’te imzaladı. Onay sürecinin ardından, 24 Ekim 1945’te BM resmen kuruldu. Bu nedenle 24 Ekim, hâlâ “BM Günü” olarak kutlanıyor.

Aradan geçen 80 yıl boyunca BM, dünya barışını ve güvenliğini korumaya çalıştı. Fakat Macaristan İsyanı (1956) ve Çekoslovakya’nın işgali (1968) gibi krizlerde etkisiz kaldı. Soğuk Savaş boyunca yaşanan gerilimlerde örgütün sınırlılıkları net şekilde görüldü. Berlin Duvarı’nın yıkılışı (1989) ve Sovyetler Birliği’nin dağılması (1991) ise yeni bir dönemin başlangıcı oldu.Artık yenı dünya duzenı kurulmalıydı.

Ancak asıl soru hâlâ geçerliliğini koruyor: Soğuk Savaş bitince barış geldi mi? Savaşlar sona erdi mi? Hayır. Savaşlar biçim değiştirdi. Artık devletlerarası değil, medeniyetlerarası bir çatışma söz konusu. Samuel P. Huntington, ‘medeniyetler çatışması’ tezinin özünü şu şekilde aktarmak mümkündür: Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte, insanlar temel bir soruyu yeniden sormaya başladı: ‘Biz kimiz?’... Bu soruya verilen cevap, en temel düzeyde, bize en yakın olanları tanımladığımız ve geri kalanları ‘öteki’ olarak ayırdığımız şeylerle, yani soy, din, dil, tarih, değerler, gelenekler ve kurumlarla tanımlanır. Biz, bize benzeyenlerle aynı kültüre, yani aynı medeniyete aitiz.

Bugün 1945’teki kurallar, değişen dünyayı karşılamıyor. BM’nin yapısı, yeni gerçeklikleri yansıtmıyor. Güvenlik Konseyi hâlâ sadece 5 daimi üyeden oluşuyor.

Bu hafta BM’nin 80. Genel Kurulu’nda bu eleştiriler net şekilde dile getirildi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Gazze vurgusu dikkat çekiciydi. Erdoğan, Filistin meselesinin bir an önce çözülmesi ve BM’nin daha aktif rol alması gerektiğini vurguladı.

Finlandiya Cumhurbaşkanı Alexander Stubb’ın konuşması ise özellikle çarpıcıydı:

“BM, bugün barış ve istikrarı koruma temel vaadini yerine getirmekte zorlanıyor. Devletler, uluslararası hukuk kurallarını ihlal ederek toprak ele geçirmek ve diğer ulusları boyunduruk altına almak için güç kullanma özgürlüğünü giderek daha fazla kullanıyor. Birleşmiş Milletler, mevcut haliyle güç dengesinin gerçekliğini yeterince yansıtmıyor.”

Bu açıklama aslında temel sorunu çok net özetliyor. BM, mevcut haliyle çağın ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yeni dünya düzeni adına yeterli olmuyor.

Bugün haklı olarak şu soruları sormamız gerekiyor: Güvenlik Konseyi’nde neden hâlâ yeni üyeler yok? Asya medeniyetlerinin temsilini artıracak Japonya neden olmasın? Avrupa medeniyetini temsili arttırmak için Finlandiya neden eklenmesin? Ve dünyanın medeniyetlerinin kalbinde bulunan Türkiye neden yer almasın?

Eğer soğuk savaş sonrası “Yeni Dünya Düzeni”nden söz ediyorsak, BM’nin bu düzeni yansıtacak şekilde yeniden yapılanması şarttır. Belki bugün hızlı bir şekilde köklü bir reform gerçekleşemeyecek, ama zaman bize gösterecek ki BM, varlığını sürdürebilmek için kendini medeniyetlere göre yenilemek zorunda kalacaktır…