İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa'nın karşı karşıya kaldığı en büyük sorulardan biri, kıta genelinde bir daha savaş çıkmamasını nasıl sağlayacaklarıydı. Savaşın yıkıcı sonuçlarından ders çıkaran liderler, barışın yalnızca siyasî niyetlerle değil; ekonomik iş birlikleri ve kurumsal bağlarla tesis edilebileceğini gördüler. Bu anlayışın somutlaşmış ilk örneği, 1951 yılında kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) oldu.
Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman’ın 9 Mayıs 1950 tarihli Schuman Bildirgesi, sadece bir öneri değil, modern Avrupa'nın siyasi mimarisinin ilk çizimiydi. Bu bildirgeyle, dönemin en stratejik iki hammaddesi olan kömür ve çeliğin üretim ve dağıtımının, uluslar üstü bir otorite tarafından yönetilmesi teklif edildi. Schuman’a göre, Fransa ile Almanya arasında doğabilecek herhangi bir savaş ihtimali, bu maddelerin ortak yönetimiyle kökten ortadan kaldırılabilirdi.
Bu öneri kısa sürede somut bir yapıya dönüştü. Fransa, Batı Almanya, İtalya ve Benelüks ülkelerinin (Belçika, Hollanda, Lüksemburg) imzaladığı 1951 Paris Antlaşması ile Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu kuruldu. Bu topluluk, sadece ekonomik bir birlik değil; Avrupa’da ilk kez ulusların egemenlik haklarını bir kısmıyla da olsa devrettiği uluslar üstü bir yapıyı temsil ediyordu. Kimi çevreler için bu, egemenliğe tehdit; Schuman ve çalışma arkadaşları içinse barışın ve refahın garantisiydi.
Avrupa entegrasyonunun ikinci önemli adımı, 1957 Roma Antlaşması ile geldi. Bu antlaşmayla, Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (Euratom) kuruldu. Roma Antlaşması’nın en dikkat çekici özelliği, Paris Antlaşması’ndan farklı olarak süresiz oluşuydu. Amaç artık yalnızca kömür ve çelik değil; tüm ekonomik alanlarda ortak pazar yaratmak ve gelecekteki bir Avrupa siyasi birliğine zemin hazırlamaktı.
1965 yılında imzalanan Birleşme Antlaşması ile AKÇT, AET ve Euratom'un kurumları tek bir çatı altında toplandı: Avrupa Toplulukları. Bu yapı, Avrupa’nın kurumlar üzerinden kurulan ilk gerçek birliğini oluşturdu. Ancak bu yolculuk bitmedi. Her bir adım, daha güçlü bir birlik hayalinin tuğlalarını döşedi.
1993 yılında yürürlüğe giren Maastricht Antlaşması, Avrupa Toplulukları’nı dönüştürerek, nihayet Avrupa Birliği’ni resmen kurdu. Artık mesele sadece ekonomi değildi; dış politika, güvenlik iş birliği, adalet ve içişleri gibi alanlarda da ortak karar alma süreçleri devreye girmişti. Bu antlaşmayla birlikte Avrupa Birliği, bir siyasi birlik iddiasını da resmen taşıyan bir çerçeveye kavuştu.
1995 yılında Avusturya, İsveç ve Finlandiya'nın birliğe katılması, Avrupa Birliği'nin kuzeye doğru genişlemesini sağladı. 2004 yılında ise aralarında Polonya, Macaristan, Çekya ve Slovakya gibi ülkelerin bulunduğu on yeni devletin üyeliğiyle AB tarihinin en büyük genişlemesini yaşadı. Bu genişleme, AB’nin sadece bir Batı Avrupa projesi değil; Doğu Avrupa halklarının da katıldığı bir barış ve bütünleşme projesi olduğunun göstergesiydi.
Günümüzde Avrupa Birliği, yirmi yedi üye devletiyle yalnızca ekonomik bir güç merkezi değil; dünya siyasetine yön veren aktörlerden biri konumundadır. Ancak bu güç dengesi, yalnızca ekonomik performansla değil; parlamentodaki temsille de belirlenmektedir. Yazının devamında, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile olan tarihsel ilişkilerini ele alırken, bu temsil meselesinin neden kritik bir önem taşıdığına daha yakından bakacağız.
Türkiye-AB ilişkileri, altmış beş yılı aşkın bir süredir yalnızca üyelik pazarlığı değil, aynı zamanda Türkiye’nin yönünü ve kimliğini sorguladığı bir stratejik arayışın adıdır. 1959’daki ortaklık başvurusundan 1963 Ankara Anlaşması’na, oradan 1996’daki Gümrük Birliği’ne uzanan süreç, Türkiye’nin Avrupa ile ekonomik ve siyasi entegrasyon arayışının temel taşlarını oluşturdu. 1999 yılında Finlandiya da mükemmel bir haber geldi. Helsinki Zirvesi ile adaylık statüsü kazanıldı, 2005’te müzakereler başladı. Ancak ilerleyen yıllarda Kıbrıs meselesi, siyasi blokajlar ve karşılıklı güvensizlik süreci neredeyse durma noktasına getirdi. AB’nin genişleme yorgunluğu ve Türkiye’de yaşanan iç gelişmeler, süreci bir reform motoru olmaktan uzaklaştırdı.
Bugün Türkiye ile AB arasındaki ilişki, tam üyelik hedefinden çok, karşılıklı bağımlılık üzerinden şekillenen bir stratejik ortaklık düzleminde ilerliyor. Göç yönetimi, enerji güvenliği, Gümrük Birliği’nin güncellenmesi ve bölgesel istikrar gibi başlıklar, iş birliğinin yeni eksenleri hâline geldi. AB’nin “olumlu gündem” söylemi somut adımlara dönüşmedikçe, tam üyelik artık bir gelecek vizyonundan çok, geçmişe ait bir ideal olarak kalma riski taşıyor. Türkiye ise bu ilişkiyi yeniden tanımlama eşiğinde: Avrupa’nın parçası mı, ortağı mı, yoksa sadece sınır komşusu mu?
Temsil, Hesap ve Gerçeklik
Avrupa Birliği’ne üyelik meselesine farklı bir perspektiften bakmaya çalışacağım. Türkiye'nin tam üyelik süreci yıllardır hukuk, demokrasi, ekonomi gibi ana eksenler üzerinden tartışılıyor. Oysa bu mesele, AB'nin kurumsal yapıları içinde nasıl temsil edildiğinizle de doğrudan alakalı.
Şunu hatırlamakta fayda var: Avrupa Parlamentosu'nda her üye ülke milletvekilleriyle temsil edilir. Bu temsiliyet neye göre belirleniyor? Oldukça net kurallar var. AB yasaları, Parlamento’da başkan dahil en fazla 751 koltuk olmasına izin verir. 2024-2029 dönemi için de bu kural geçerli.
Ancak mesele yalnızca toplam sayı değil, dağılımın nasıl yapıldığıdır. Burada “azalan orantılılık” (degressive proportionality) ilkesi devreye giriyor. Bu ilkeye göre büyük nüfuslu ülkeler daha fazla milletvekili gönderir, ama her bir milletvekili daha çok kişiyi temsil eder. Öte yandan küçük ülkeler, az nüfusa rağmen daha az temsil edilse de, oransal olarak güçlü kalırlar.
Minimum 6, maksimum 96 milletvekili ile temsil hakkı vardır. Şimdi tabloyu biraz açalım:
· Almanya, yaklaşık 85 milyonluk nüfusuyla AB Parlamentosu’na maksimum sınır olan 96 milletvekili gönderiyor.
· Fransa, yaklaşık 70 milyonluk nüfusuyla 81 milletvekili ile temsil ediliyor.
· Finlandiya’nın nüfusu yaklaşık 5,5 milyon; milletvekili sayısı ise 15.
· Estonya yaklaşık 1,4 milyon nüfusa sahip ve 7 milletvekili ile temsil ediliyor.
Peki Türkiye?
Türkiye’nin 2025 itibarıyla yaklaşık 90 milyonluk bir nüfusa sahip olacağı öngörülüyor. Eğer bugün AB üyesi olsaydık, biz de maksimum sınır olan 96 milletvekili ile temsil edilecektik. Bu ne anlama geliyor? Şu: Almanya kadar güçlü bir temsile sahip bir Türkiye’nin, Avrupa Parlamentosu’nda ağırlığı kelimenin tam anlamıyla “oy değiştirici” olurdu.
Ve şimdi soruyu tekrar soralım: Almanya, Fransa ya da İtalya gibi AB’nin büyük oyuncuları, kendilerine denk bir ülkenin bu kadar kuvvetli biçimde karar mekanizmasına katılmasını ister mi?
Çok açık söylemek gerekirse, AB içindeki güç dengeleri sadece mevzuatla değil, temsil ağırlıklarıyla korunur. Hiçbir ülke, yıllarca kurduğu siyasal ağırlığın bir anda sarsılmasını kolay kolay kabullenmez.
Alternatif Yol, Akıllı Diplomasi
Bu noktada stratejik bir zihinle düşünmek zorundayız. Avrupa Birliği'ne üyelik konusunda salt doğrudan güç ilişkilerine odaklanmak, bizi aynı yerden döndürür. O zaman, farklı bir yol izlemeliyiz.
Yukarıda örneklerini verdiğim Finlandiya, Estonya gibi ülkeler düşük nüfusa sahip olsalar da, AB Parlamentosu’nda güçlü temsil hakkına sahiptir. Ancak burada daha önemli bir konu var: Bu ülkeler tarihsel olarak Türkiye’ye düşmanlık beslememiş, hatta kimi zaman bizimle paralel pozisyonlar almışlardır. Özellikle Finlandiya, NATO üyeliği sonrası Türkiye ile ilişkilerini daha da derinleştirme eğilimindedir.
Eğer bu ülkelerle stratejik ve kalıcı ortaklıklar kurabilirsek, Türkiye’nin AB içerisindeki pozisyonunu yumuşatıcı ve hatta destekleyici yönde etkileyebiliriz. Diploması sadece çoğunluk hesapları değil; ittifaklar, zamanlama ve diplomatik reflekslerdir. Finlandiya, Estonya ve benzeri ülkelerle kuracağımız yüksek frekansta ilişkiler, Türkiye'nin tam üyelik sürecinde "denge kurucu" rol oynayabilir.
Her şey hesapla yürümez, ama doğru hesap yapılmadan yürünemez de. AB içerisindeki dengeler zamanla değişebilir, değişiyor da. Ama tarih, bir kez yaşandığında değişmez. O yüzden 2023’te NATO müttefikimiz olan Finlandiya ile Türkiye arasındaki yakınlaşma, sadece savunma alanında değil; ticari, ekonomik ve AB içi siyasal pozisyonlar açısından da büyük bir fırsat sunuyor. Aynı şekilde Güneydoğu Avrupa da bulunan, güçlü bir Türkiye'nin Avrupa ile entegrasyonu, sadece bizim meselemiz değil; Avrupa'nın geleceğine dair bir karar anıdır.Ve unutulmamalı: bir gün Türkiye AB’nin üyesi olacaksa, bu sadece reformlar tamamlandığı için değil, aynı zamanda diplomatik satrançta doğru hamleler yapıldığı içindir.
Demem o ki: Her zaman dengeler değişir. Ama tarih değişmez…