Devlet, düzen ister..

Din, inanç..

Ahlak ise ikisinin gölgesinde şekillenir çoğu zaman.

Bir toplumun nasıl yaşaması gerektiğine dair üç büyük güç konuşur hep.

Yasayı devlet koyar, kutsalı din belirler, doğruyu ise ahlak tarif eder..

Ama mesele şudur: Bu üç ses bazen birbirine karışır, bazen birbirini bastırır, bazen de birbirinin hizmetkârı olur.

Devlet, varlığını sürdürmek için itaate ihtiyaç duyar.

Karmaşayı önlemenin yolu, bireyin sınırlarını çizmektir. Bu sınırlar kâğıda yazılır, kanun olur. Ama her kanun yetmez; çünkü yasa sadece görüleni denetler. Oysa insan, görünmeyende saklar niyetini.

Devletin ulaşamadığı yere, din ulaşır.

Tanrı, en karanlık köşede bile gözetleyicidir. Böylece din, devletin göremediğini görür, denetleyemediğini hizaya getirir.

Bu nedenle tarihin büyük kısmında din ve devlet birbirine yaslanmıştır.

Krallar tanrı adına hükmetmiş, din adamları devletin meşruiyetini kutsamıştır.

Devlet, gücünü görünür kılarken; din, o gücü görünmez bir korkuyla beslemiştir.

Halk, yasaya uyulmadığında devletin,

günah işleyince Tanrı’nın cezasından korkmuştur.

Bu çift taraflı korku, özgürlüğün boğazına dolanmış bir kement gibidir.

Peki ya ahlak?

Ahlak, görünürde bağımsızdır.

Ne devletin resmi yasasıdır ne de dinin kutsal buyruğu...

Ama yine de çoğu zaman bu iki gücün tortusuyla biçimlenir.

Devletin çıkarına uygun olan “erdem” sayılır, dinin hoşuna gitmeyen “ahlaksızlık” olur. Gerçekten iyi olanla, öyle öğretilen arasındaki fark bulanıklaşır.

Ahlak, kendi iç sesini kaybeder, dış otoritelerin yankısına dönüşür.

Ancak felsefe bu suskunluğa karşı doğar. Çünkü felsefe, insanın hem devlete hem dine karşı kendi aklını savunmasıdır.

Sokrates’in baldıran içmesi, Platon’un idealarından önce adaleti sorması, Spinoza’nın inanç uğruna değil, özgür düşünce uğruna dışlanması..

Bunların hepsi, ahlakın yalnızca yasa ya da kutsal metinle değil, vicdanla ve akılla kurulabileceğini gösterir.

Devletin istediği itaatle, dinin emrettiği inanç arasında sıkışan birey, ne zaman kendi ahlakını inşa etmeye başlar?

Ne zaman bir yasa “adaletsiz” diye sorgulanır? Ne zaman bir dogma “insan onuruna aykırı” diye reddedilir? İşte o zaman ahlak, gerçekten özgürleşir.

Çünkü gerçek ahlak, yukarıdan inmez.

Ne kraldan, ne kâhindendir ne de tanrıdan..

O, insanın kendi içinden yükselir.

Düşünerek, sorgulayarak, başkasının acısını hissederek ve en önemlisi, güç karşısında boyun eğmeyerek oluşur.

Bugün hâlâ birçok toplumda devlet, dinle el ele verip “ahlak” adına bireyi bastırmakta. Kıyafetinden yaşam tarzına, düşüncesinden aşkına kadar… Sınır çizmek kolaydır. Zor olan, o sınırları aşmadan da insanın onurunu korumaktır.

Bu yüzden her çağda, her coğrafyada aynı soru yankılanır: Ahlak gerçekten insan için mi var, yoksa insan ahlakın bahanesiyle mi kontrol ediliyor?

Bu soruya verilen cevap, bir toplumun ne kadar özgür olduğunu gösterir. Çünkü özgürlük, sadece kanunların serbest bıraktığı alanda değil; insanın kendi vicdanına güvenebildiği yerde başlar. Ve vicdan, devletin baskısından da, dinin korkusundan da sıyrıldığında konuşur.

Belki bir gün, devlet gücü dayatmak yerine korumayı, din korkutmak yerine anlamayı, ahlak ise yargılamak yerine anlamayı seçer.

O gün geldiğinde, insan ilk kez hem özgür hem de gerçekten iyi olabilir.