İnsanoğlu, var olduğu günden bu yana sürekli bir arayış içindeydi.

Gökyüzüne bakarak başladı bu yolculuğa, sonra aynalara dönüp kendine sordu:

“Ben kimim?”

Bu soru, sadece varlığını değil, aynı zamanda içindeki ilahi gücü de anlamlandırma çabasıydı.

Hep somut şeylere yönelerek sorgulamaya başladı önündeki şeyleri, soyut bi güce inandı.

Süte baktı tanrıyla bağdaştırdı,

Evrene baktı tanrıyla bağdaştırdı…

Belki de insanın en büyük yanılgısı, Tanrı’yı hep dışarıda aramasıydı.

Oysa en sarsıcı yüzleşmeler, içe doğru yapılan yolculuklarda gizliydi.

İnsanın içinde bir Tanrı mı vardır gerçekten? Yoksa insan, sadece hükmetme arzusunu meşrulaştırmak için mi yaratır kendi iç tanrısını?

Kimi düşünürlere göre bu, insanın varoluşuna yerleştirilmiş bir kıvılcımdır; aklın ötesine ulaşma gayesi, sınırsız bir kudret hayali… Kimine göreyse bu, egonun şişkin bir hayalidir.

Sınırları kabul edemeyen zihnin kendini sonsuz sanma oyunudur.

Bir şeyi yönetmek isteyen insanın önce kendine hükmetmesi gerekir. Kendini tanıması, anlamlandırması, bulması ve hatta kontrol edebilmesi…

Ama kendine hükmetmek, dış dünyayı yönetmekten çok daha zordur.

Çünkü dışarıdaki kaos görünürdür; içerideki ise sessiz, sinsi ve çoğu zaman tanımlanamaz düzeyde ağır…

İçimizde türlü türlü sesler vardır.

Biri şefkatlidir,

Diğeri acımasız.

Biri affet der,

Öteki intikam.

İşte insan bu sesleri dinlerken en çok Tanrı ile şeytanı ayırt etmeye çalışır aslında.

Hangi ses benim?

Hangisi sadece arzularımın yansıması?

Kendimize hükmetmek isteriz çünkü kontrol ettiğimizde güvende hissederiz.

Ama o kontrol arzusu, bir süre sonra bizi içimizde yarattığımız tanrının kölesi haline getirir.

Her şeyi bilmek isteriz. Kaderimizi çizmek, acıyı silmek ve hatta ölümü bile yenmek isteriz çoğu zaman.

Bu isteklerin her biri, Tanrı’nın sıfatlarıdır aslında.

Ve biz, bazen farkında olmadan Tanrı’yı taklit etmeye başlarız.

İçimizdeki Tanrı, belki de bilinçle bilinçdışının arasında bir yerde durur.

Ne tamamen bizimdir ne de tamamen yabancıdır.

Kimi zaman bir merhamet duygusudur, kimi zaman da iç sesi.

Bazen umutla konuşur, bazen kibirle.

Ama en çok da sınandığımız anlarda çıkar ortaya.

Kaybettiğimizde, acı çektiğimizde, adaletin suskun kaldığını düşündüğümüzde.

Çünkü insan, çaresizlikte Tanrı’ya yaklaşır; gücün sarhoşluğunda ise Tanrı rolüne soyunur.

Kendine hükmetmek, içindeki tanrıyı tanımakla başlar.

Hangi arzunun gerçek,

Hangisinin sadece egonun oyunu olduğunu fark etmek gerekir.

Kendimize hükmettiğimizde, gücün ne olduğunu yeniden tanımlarız.

Güç, bir başkasını ezmekte değil; kendi öfkesini yönetebilmekte saklıdır aslında.

Güç, nefsini yendiğinde, başkasına merhamet gösterebilmekte yatar.

Ama şu da bir hakikattir.

İçimizdeki Tanrı’ya hükmetmek, onu susturmak değildir.

Aksine, onu anlamak; sesini duymak ve onunla barış yapmaktır.

Çünkü belki de o Tanrı, sandığımız gibi yukarıda değil, tam da kalbimizin en derin yerindedir.

Ve belki de insanın en kutsal çabası, dışarıdaki Tanrı’yı değil, içindeki Tanrı’yı bulmak ve onunla dürüstçe yaşamayı öğrenmektir.

Kim bilir?