Her hastalık kötüdür aslında, biri diğerinden iyidir diyemeyiz.
Güvensizlik de bir hastalıktır, önceden fark edilip önlem alınmazsa kötü huylu olur, kişiyi bitirir, öldürmez ama bitkisel hayata çeker, artık iflah olunmaz.
Bunu neden mi dedim?
Hatta şunu da ekleyeyim: Güvensizliğin kökü kazınana kadar mücadele edilmeli, çünkü en tehlikeli hastalıklardan biridir.
İşin vahim tarafı bu virüs toplumu sarmış durumda. Her insanda fazlasıyla görülüyor bu hal.
Psikolojik bir durum bu, bedenin tüm organlarına nüfuz ediyor, dayanılması güç ağrılar yaşatıyor.
Güvensizlik denince sadece ikili ilişkiler akla geliyor, oysa bu her ilişkide geçerli. Arkadaş arası ilişkisinden tutun, iş arkadaşlığına kadar...
Kimse kimseye güvenmiyor.
Güvenmeyen de güvenilmiyor.
Yani durum şu: Herkes herkese bir şekilde kazık atmış, çelme takmış, dolandırmış, ihbar etmiş, iyimserliğinden faydalanmış, sırrını ifşa etmiş.
Yönetenlere de güvenmiyoruz, yönetenler de birbirine güvenmiyor. Hukuka, adalete güven yok, TÜİK’e, Kızılay’a, Adalet ve İçişleri... Bakanlığına...
Temiz olanımız var mı? Bu durumda yok. Herkes suçlu, herkes kirli ve güvensiz.
Bunun nedeni ne?
Ekonominin bozuk hali. Çıkara dayanan sistemler bunu üretir, böylece sisteminin devamını sağlar.
Kendisi parmakla sayılacak kadar azdır, sömürdüğü ise sayılamayacak kadar çoktur.
Bu kitlenin örgütsüz olması gerekiyor, dayanışma içinde olmamalı, birleşme nedir bilmemeli.
Bilirse örgütlenir, şiddete karşı baş kaldırır, düzenleri bozulur.
Kapitalizm bunu istemez.
Bunun için bir şey yapmalı, bir virüs salmalı topluma.
Bu da güvensizlik!
Komşu komşuya, eş eşe güvenmemeli, insanlar yalnızlaştırılmalı.
Ev almak, araba almak, yazlık almak, evlenmek için paraya mı ihtiyacın var, gitme annene babana, kardeşine, arkadaşına, bankalar var, git kredini çek, ihtiyacını gider.
Hastalanınca dert etme, “Bana kim bakacak?” deme, hastaneler var; yaşlandın mı, bakım evleri var, gidersin bakarlar sana.
Biri sana şiddet mi uyguluyor, çöküyor mu, haraç mı istiyor, arkadaşlarını arayacağına, başını belaya koyacağına polisi ara, polis teşkilatı ne diye var?
Alacağını alamıyor musun, bir miras davan mı var, bir iş problemin mi var, mahkemeler var, başvuruda bulun çözülsün, “Senin kimseye ihtiyacın yok.” diyor kapitalizm.
Sonra bakıyorsun ki yalnızsın, cenazeni kaldırmaya da geliyor belediye görevlileri, ortada kalmıyorsun.
İnsanın insana ihtiyacı yok yani (!)

Peki, kötülükler devlet aracılığıyla geliyorsa?
Devletten gelen baskıyı nasıl çözümleyeceksin?
Seni yalnız bırakmış, güvensiz yapmış, dayanışmadan, örgütlenmeden uzaklaşmışsın.
Ya devlet ne derse yapacaksın ya da devlet ne derse boyun eğeceksin, sömürüleceksin, yoksullaşacaksın, verilenle yetineceksin, ya da...
Ya da güvensizlik ortamını yok edeceksin, dayanışmanın, birleşmenin kanallarını açacaksın, arkadaşına komşuna güveneceksin.
Bunun ise ilk adımı, ilk koşulu karşı cinsine/eşine/sevgiline duyacağın güvendir.
Güvensizliğin önüne geçmezsek başkalarına duyduğumuz güvensizlik kendimize yönelir. Hiçbir şeyi yapabileceğimize, başarabileceğimize, çözebileceğimize dair inancımız da, isteğimiz de kalmaz. Hiçbir yeniliğe adım atma, rutin yaşantımızı değiştirme cesaretimiz olmaz, var olanı, eski olanı güvenli sanır, oraya sarılır, orada yavaş yavaş boğuluruz.
Güvensizlik kararsızlığın kapısını açar, eskiyi parıltılı gösterir, cesareti kemirir, kişiliği eritir.
Her şeyi kendin yapıyorsun sanırsın, ama yaptığın şeyler bir öncekilerin tekrarıdır, yanılsamadasındır.
Kapitalizmin inadına güveni çoğaltmalıyız.
Güvenin ön adımı ise sevgiyi topluma yaymaktır.
Güvensizliğin panzehiri sadece sevgidir, sevgiden korkar sermaye sınıfı.
Toplumsal sevgiyle güçleniriz, karşı cinse duyulan sevgi ise kişiyi insancıl birey yapar.