Cumhuriyetimizin ilk yıllarında sanat, yalnızca bir estetik faaliyet değil, aynı zamanda diplomasi ve siyasetin güçlü bir aracı olarak da kullanıldı. İşte bunun en özel örneklerinden biri, 1934 yılında sahnelenen Özsoy Operasıdır. Atatürk’ün hayata geçirdiği bu eser, yalnızca Türkiye’nin değil, aynı zamanda tüm bölgenin kültürel ve siyasal ufkuna ışık tutmuştur.

Mustafa Kemal Atatürk, İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Türkiye ziyaretinde ona bir opera izletilmesini ister. Bu fikri hayata geçirme görevi, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Şefi ve İstiklal Marşı'mızın bestecisi Osman Zeki Üngör'e verilir. Besteci olarak ise henüz 27 yaşında olan Ahmet Adnan Saygun seçilir. Saygun, Atatürk’ün bizzat verdiği yönlendirmeler doğrultusunda Münir Hayri Egeli’nin yazdığı librettoyu, yalnızca iki ay gibi kısa bir sürede besteler. Bugün düşündüğümüzde, bir gencin böylesi bir yükün altına girmesi ve başarıyla çıkması, hem Atatürk’ün güvenini hem de dönemin kültür dünyasının dinamizmini ortaya koyar.

Operanın konusu, Firdevsî’nin Şehnâmesinden alınmıştır. Efsanevi hükümdar Feridun’un ikiz oğulları Tur (kurt) ve İraç (aslan), Ahriman’ın gazabı ile birbirinden ayrılır. Yolları farklı yönlere düşse de, sonunda yeniden birleşerek kardeş olduklarını hatırlarlar. Tıpkı yüzyıllar boyunca zaman zaman uzaklaşsa da özünde kardeş olan Türkiye ve İran gibi…

Burada eserin en etkileyici anlarından birini hatırlamak gerekir: Opera sahnesinde Tur’un adı geçtiğinde seyirciler gözlerini Atatürk’e, İraç’ın adı anıldığında ise yanındaki Rıza Şah Pehlevi’ye çevirmiştir. Anlatıldığına göre bu jestin ardından Rıza Şah’ın duygulanarak Atatürk’e sarılıp “Kardeşim!” demesi, yalnızca bir sanat gösterisinin değil, aynı zamanda diplomasi tarihimizin de unutulmaz bir anıdır.

Operadan hemen sonra iki liderin Dışişleri Bakanlığı’na giderek Türk–İran dostluğunun temelini atması, sanatın siyaset üzerindeki etkisini açıkça göstermiştir. Nitekim bu yakınlaşmanın yalnızca üç yıl sonrasında, 1937’de Sadabat Paktı kurulmuştur. Bu, Atatürk’ün sanat aracılığıyla başlattığı bir dostluk siyasetinin somut bir meyvesidir.

Şehnâme’nin sembolik anlatımına baktığımızda, Feridun dünyayı üç oğlu arasında paylaştırır: Selm’e batıyı (Anadolu ve Roma toprakları), Tur’a doğuyu ve Çin’i (Turan toprakları), İraç’a ise İran’ın yanı sıra hilalin ortasında kalan en değerli toprakları bırakır. Bu anlatımı geniş bir perspektiften değerlendirdiğimizde, Atatürk’ün vizyonunu daha iyi kavrarız. Türkiye, Balkanlardan başlayarak Çin’e kadar uzanan coğrafyanın ortasında, parlayan bir yıldız olmalıdır.

Cumhuriyet’in ilk operasının bu kadar kısa sürede, Atatürk’ün bizzat fikir ve tavsiyeleriyle hazırlanması, ardından da Türkiye–İran ilişkilerine yön vermesi; Atatürk’ün tarihsel derinliğini ve ileri görüşlülüğünü bir kez daha ortaya koymaktadır. Ama burada üzerinde düşünmemiz gereken başka bir nokta daha var: Türkiye’nin komşuları ile müttefiklik ihtiyacı. Yüzlerce yıllık bir geçmişi paylaştığımız bu coğrafyada, ortaklıklarımızı geliştirmemek aslında büyük bir kayıptır.

Bugün de üretimin merkezi olan Çin’in Türkiye ve İran’a ihtiyacı vardır. Batı’nın tüketici pazarına erişim arayan Çin, güvenli ve kısa bir yol için Türkiye’den ve İran’dan vazgeçebilir mi? Çin’den başlayarak Sadabat Paktı ülkeleri olan Afganistan, İran ve Türkiye’ye kadar uzanan kısa bir yolu düşünelim. Ardından, Sadabat Paktı sonrasında gerçekleşen Balkan Paktı ülkelerini de hesaba kattığımızda, Türkiye’den başlayarak Balkanlar üzerinden Avrupa’nın içlerine uzanan başarılı bir ulaşım yolu; Çin’in Türkiye ve İran’a olan ihtiyacını açıkça ortaya koymaktadır. Bu tablo, Türkiye’nin yalnızca bölgesel değil, küresel ölçekte de ne kadar kıymetli olduğunu göstermektedir.

Bir de küçük ama anlamlı bir detayı hatırlatmak gerekir: 1934’te Rıza Şah Pehlevi’nin Atatürk ile Türkçe konuştuğunu, bugün de İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan’ın Türkçe konuşabildiğini biliyoruz. Bu, ortak dilimizin ve kültürümüzün hâlâ canlı bir bağ olduğunu göstermektedir.

Sonuç olarak, Özsoy Operası yalnızca bir sanat eseri değil, bir vizyonun, bir kardeşlik arzusunun ve bir bölgesel barış projesinin sahneye yansımasıdır. Atatürk’ün sanatla siyaseti buluşturan bu büyük hamlesi, bize komşularımızla geleceğe daha umutla bakmamız gerektiğini hatırlatmaktadır. Çünkü bu topraklarda barışın ve dostluğun kalıcı olması, ancak ortak tarihimizin, kültürümüzün ve kardeşliğimizin farkına varmakla mümkündür...

Ve o gece Ankara Halkevi’nin sahnesinde, arpın büyülü melodisi eşliğinde bir ozan şöyle seslenmişti:

Ben ne puta tutkunum, ne de yâra vurgunum,
Elimde destanımla yalnız hakka bakarım.
Doğruyu anlatırım, gönüllere akarım.
Gönlü açık olanlar elbet beni severler.