Ülkemizde bir yangın sönmeden, başka bir ilimizde yeni bir yangın haberi geliyor. Sanki yaz aylarının kanunlarından biriymiş gibi; Temmuz’un sıcaklığı arttıkça, ormanlar cayır cayır yanıyor. Bir yandan itfaiyeciler, Orman Genel Müdürlüğü ekipleri, gönüllüler, köylüler canla başla mücadele ederken, diğer yandan televizyon ekranlarında dumanların ardında kalmış ağaç gövdelerini, kaçışan hayvanları, çaresiz gözlerle bakan insanları izliyoruz.
Her sene aynı cümleleri kuruyoruz: “Ciğerlerimiz yanıyor.” Evet, bu ülkenin ciğerleri yanıyor. Ama alışmak ne kelime, her yangınla birlikte biraz daha kanıksıyor gibiyiz. Oysa bir orman, sadece ağaçlardan ibaret değil. İçindeki kuş yuvaları, sincap delikleri, toprağın altında yaşayan milyonlarca canlı, ekolojik döngünün her parçası, hepsi bir anda yok olup gidiyor.
Bir yangın bitmeden başka bir yangının başlaması, sadece orman yangınlarıyla sınırlı değil aslında. Acıyı unutmadan, yeni bir acı kapımızı çalıyor.
Bu yüzden orman yangınlarını söndürürken, aslında çok daha fazlasını da söndürmeye çalışıyoruz: İhmalkarlığı, bilinçsizliği, rant uğruna katledilen doğayı, iklim krizini, bitmeyen kavgalarımızı… Ve her yangının ardında bıraktığı küller, sadece kül değil; sessiz birer çığlık.
Yangınlar kader değildir. Çıkış sebepleri elbette araştırılıyor, sabotaj mı, ihmal mi, iklim mi diye. Ama her ne sebepten çıkarsa çıksın, sonuç hep aynı: Kayıp, üzüntü ve öfke. Sonrası, yaraları sarmak, küllerden yeniden doğurmak… Ta ki bir sonraki yangına kadar.
Bu döngü kırılmadığı sürece, bir yangın sönerken öbürünün başlamasına şaşırmayacağız. Belki de en çok buna üzülüyorum. Yangına alışan, dumanı kanıksayan, ciğerleri yanarken bile hayata devam edebilmek zorunda kalan insanlara.
Bir gün gerçekten “Bu sene hiç yangın çıkmadı” diyebileceğimiz yazlar gelsin. Ve o yazlarda sadece denizi, gökyüzünü, ormanın serinliğini konuşalım. Çünkü yangınsız bir yaz, en çok bu ülkeye yakışır.