Alexander Stubb, Finlandiya Cumhuriyeti’nin 13. Cumhurbaşkanı olarak göreve başladığından bu yana geçen kısa sürede yalnızca ülkesinin siyasi gündemini değil, küresel diplomasi sahnesini de etkilemeye başladı. Onu diğer Avrupalı liderlerden ayıran şey, yalnızca göreve yeni gelmiş olması değil; çok katmanlı bir geçmişi ve sıra dışı kişisel hikâyesini Cumhurbaşkanlığı makamında güçlü bir politik iradeye dönüştürmüş olmasıdır. Stubb’ın hayat hikâyesi, Finlandiya gibi az nüfuslu ama jeopolitik açıdan kritik bir ülkenin neden zaman zaman dünya gündeminde büyük ses getirebildiğinin de ipuçlarını barındırıyor.

Stubb, 1968’de Helsinki’de doğdu ancak çocukluğundan itibaren çok kültürlü bir çevrede yetişti. Finlandiya’nın iki dilli yapısı –Fince ve İsveççe– onun için yalnızca bir kültürel çeşitlilik değil, aynı zamanda bir kimlik unsuru oldu. Daha sonra eğitim için farklı ülkelere yöneldi. Burada dikkate değer nokta, onun klasik bir akademik burs öğrencisi olmaktan ziyade spor üzerinden uluslararası sahneye adım atmış olmasıdır. Genç yaşta golf bursu alarak eğitim hayatına ABD’de devam etti, aynı zamanda Finlandiya golf milli takımında yer aldı. Sporcu kimliği, disiplin, kararlılık ve bireysel mücadele gibi değerleri hayatına erken yaşta taşıdı. Golf aynı zamanda onun için gayriresmî bir diplomasi alanına dönüştü. Yıllar sonra Donald Trump ile golf sahasında kurduğu yakın ilişkiler, bu tür temasların dış politikadaki rolünü de gösterdi. Kısacası, onun için “golf diplomasisi” zaman zaman en kritik diplomatik masalar kadar önem kazandı.

Stubb’ın akademik geçmişi de en az sporculuğu kadar dikkat çekicidir. ABD, Fransa, Belçika ve İngiltere’de aldığı eğitim ona yalnızca uluslararası ilişkiler bilgisini değil, farklı kültürlerle temas kurma becerisini de kazandırdı. Bu birikim, daha sonra Avrupa Birliği kurumlarında görev yaparken belirleyici oldu. Avrupa Parlamentosu üyeliği, Avrupa işleri uzmanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlık görevleri, Finlandiya’yı küresel meselelerin merkezine taşımasında önemli rol oynadı. Ardından Avrupa Yatırım Bankası’nda Başkan Yardımcılığı yaparak, ekonomik boyutta da güçlü bir deneyim kazandı. Tüm bu aşamalar, Finlandiya’nın coğrafi küçüklüğüne rağmen küresel siyasette nasıl rol alınabileceğini gösterdi.

Finlandiya’nın siyasi tarihine bakıldığında Cumhurbaşkanının dış politikadaki rolü aslında sınırlıdır. Ancak tarihte bazı istisnalar olmuştur. 1975 Helsinki Nihai Senedi, Urho Kekkonen’in kişisel iradesi sayesinde ortaya çıkmıştı. Kekkonen, ülkesini Soğuk Savaş’ın ortasında Doğu ile Batı arasında barış masasına oturtmayı başarmıştı. Uzun bir aradan sonra Sauli Niinistö, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi sırasında Finlandiya’nın NATO’ya girmesini sağlayarak Cumhurbaşkanlığı makamını yeniden uluslararası siyasetin merkezine taşıdı. Şimdi ise Alexander Stubb bu çizginin devamını sağlayan güçlü bir liderdir. Onun farkı, yalnızca kendi bölgesinde değil, Avrupa içinde ve Avrupa dışında da etkili olmasıdır.

26 Ağustos 2025’te Finlandiya’nın yıllık büyükelçiler toplantısında yaptığı konuşma bu açıdan tarihe geçebilecek niteliktedir. Stubb burada, “Filistin’in tanınması için irademi ortaya koydum” derken aynı zamanda İsrail’i tanımayan devletlerin de İsrail’i tanıması gerektiğini vurguladı. Bu ifade, Helsinki’nin klasik temkinli diplomasi geleneğinin ötesindeydi. Çünkü Finlandiya Anayasası’na göre bir devletin tanınması hükümetin önerisiyle gerçekleşir. Ancak Stubb, Cumhurbaşkanı olarak kendi iradesini bu kadar açık şekilde ortaya koyarak dış politika çizgisini devletin rutin mekanizmalarının önüne taşıdı. Tıpkı Kekkonen’in Helsinki Nihai Senedi sürecinde yaptığı gibi, tarihe not düşen bir çıkış yaptı. Bence Stubb, Kekkonen’in politikasına dönüş yaptı.

Bu açıklamaları yalnızca bir siyasi söylem olarak görmek eksik olur. Stubb’ın Filistin konusundaki yaklaşımı insani bir duyarlılıkla birleşiyor. 26 Ağustos’ta düzenlenen basın toplantısında, yaralı Gazzeli çocukların tedavi için Finlandiya’ya getirilmesi tartışmaları sorulduğunda, “İnsani açıdan, ihtiyaç sahiplerine yardımcı olmak için her şeyi yapmalıyız” dedi. Bu, büyük güçlerin sert ve çoğu zaman soğuk söylemleri arasında, az nüfuslu ama ahlaki sorumluluğu güçlü bir ülkenin sesiydi. Daha önce 31 Temmuz 2025’te gazetecilere verdiği röportajda ise hükümetin teklif etmesi halinde Filistin’i derhâl tanıyacağını açıklamıştı. Bu tür sözler, Finlandiya’nın Orta Doğu’dan uzak olmasına rağmen vicdani bir rol üstlenmeye çalıştığını gösteriyor.

Filistin meselesi Stubb’ın gündeminde merkezi bir yer tutuyor. Çünkü o, bu konuyu yalnızca bir çatışma dosyası olarak değil, aynı zamanda bir değerler tartışması olarak görüyor. Aslında bu yaklaşım, Kuzey Avrupa’nın tarihsel birlikteliklerinde de görülen bir mantığa benziyor. 1952’de kurulan Nordik Konseyi, farklı dillerden ve etnik kökenlerden gelen ülkeleri ortak bir kimlik etrafında bir araya getirmişti. Bugün Stubb’ın Filistin’e dair yaklaşımında da benzer bir yön var: farklı kimlikleri ortak bir değer etrafında buluşturma arzusu.

Nordik ülkelerinin birlikteliği bugün daha gelişmiş ve sıcak bir müttefiklik ile devam etmektedir. Örneğin NATO içerisinde Baltık Denizi’nde yakın zamanda kurulan askerî birlik için komutanlık İsveç’te iken, komuta merkezi Helsinki’dedir. Bu merkezinin masraflarını İsveç karşılamaktadır. Uluslararası arenada zaman zaman tek bir devlet gibi hareket etme kabiliyetine sahip Nordik ülkeler, tek çatı altında daha önceden birleşmiş olsaydı tarih nasıl farklı şekillenir, kestirmek güç. Örneğin 1939’da Finlandiya ile Sovyetler Birliği arasında yaşanan Kış Savaşı öncesinde Finlandiya ve İsveç tek bir çatı altında olsaydı, Mannerheim Stalin karşısında ne kadar güçlü bir pozisyonda olurdu? Tarihin seyri bambaşka bir yöne gidebilirdi.

Alexander Stubb’ın uluslararası arenaya bu şekilde bakışı şahsımca çok olumlu. Jeopolitik açıdan değerlendirdiğimizde Finlandiya’nın yaşadıklarıyla benzer deneyimlere sahip bir ülke daha var: Türkiye. Avrupa’nın kuzeyinde Finlandiya bulunurken, güneyinde Türkiye yer alır. Her iki ülkenin de komşuları ile ırksal bir benzerliği yoktur; buna karşın dinsel bağları ve tarihsel ortaklıkları vardır. İki devletin de komşuları arasında dilsel bir birliktelik bulunmaz. Ayrıca her iki ülkenin tarih boyunca en büyük sorunlar yaşadığı ortak güç Ruslardır. Türk-Arap anlaşmazlıklarını ve 1500’lerden itibaren süregelen Şii-Sünni ayrışmalarını bir kenara bırakırsak, Türkiye’nin de komşularıyla bu tür bir birliktelik kurabilmesi jeopolitik önemini kendi lehine çevirebilirdi. Aslında Finlandiya bu konuda bize örnek teşkil eden bir ülkedir.

Stubb’ın diplomasi sahnesindeki tavırları da dikkat çekicidir. Yakın zamanda Beyaz Saray’da düzenlenen Ukrayna konulu zirvede, Avrupa liderleri arasında adeta bir “çoban” gibi hareket ettiği görüntülendi. Basına yansıyan bu sahneler, Finlandiya Cumhurbaşkanı’nın ülkesinin nüfus ölçeğinin çok ötesinde bir rol üstlenebildiğini gösterdi. Nüfusu bu kadar az bir ülkenin lideri olarak küresel aktörlerin arasında yol gösterici, hatta zaman zaman yönlendirici bir figür olması, Stubb’ın kişisel tecrübesiyle açıklanabilir. Bu açıdan Eylül ayında gerçekleşecek Birleşmiş Milletler toplantısı özel bir önem taşıyor. Stubb’ın orada Filistin meselesine dair yapacağı konuşmalar, yalnızca diplomatik değil, sembolik bir anlam taşıyacaktır. Finlandiya’nın vicdani sesinin dünya kamuoyunda yankı bulup bulmayacağı bu toplantıyla daha da görünür hale gelecektir.

Tüm bu gelişmeler Stubb’ın kişisel hikâyesiyle birleştiğinde ortaya çarpıcı bir tablo çıkıyor. Gençlik yıllarında başlayan uluslararası yolculuğu, sporcu kimliği, Avrupa kurumlarında edindiği deneyim, gayriresmî diplomasi kanallarındaki çevikliği ve şimdi Cumhurbaşkanlığı makamındaki güçlü iradesi, onu yalnızca Finlandiya’nın değil, uluslararası siyasetin de önemli aktörlerinden biri haline getiriyor. Stubb’ın Filistin konusundaki açıklamaları, yalnızca Helsinki’nin diplomatik tutumunu değil, aynı zamanda az nüfuslu ülkelerin küresel siyasette ahlaki bir sorumluluk üstlenebileceğini de kanıtlıyor.

Bugün Helsinki’den yükselen bu ses, yalnızca Finlandiya’nın değil, insanlığın ortak vicdanına hitap ediyor. Filistin’in tanınması için irade ortaya koyan bir Finlandiya Cumhurbaşkanı, tıpkı Kekkonen gibi, dış politikada ülkesinin kaderini şekillendiren liderler arasına girmiştir. Kim bilir, belki gelecekte uluslararası barış tartışmalarının sembollerinden biri olarak anılabilir. Ve bu kez mesele yalnızca kuzeyin güvenliği değil, doğrudan insanlığın ortak vicdanıdır…