“Kızım!”

   Beyninde kocaman bir umut, bir soru, bir yakarış, bir yalvarış, bir tutunuş, bir yangın vardı; kocaman bir sevda, sonsuz bir duygu, sonsuz bir kaygı: Kızı…

    “Kızım!”

    Ne olacaktı kızı? Şimdi oracıkta, tek başına, biçare… Ne yapıyordu, ne düşünüyordu?

    “Kızım!”

    Şimdi, aç sırtlan ovasında savunmasız bir ceylan yavrusuydu kızı; elleri, kolları bağlı, yaralı bir ceylan yavrusu…

      Hayatta kimsesi olmayacaktı; kim tutacaktı ellerinden, düştüğü an kim kaldıracaktı, ağladığında kim gözyaşlarını silecekti, kim teselli edecekti onu? 

      Mutlu bir anı olabilecek miydi, olsa bile kim paylaşacaktı mutluluğunu? Hiçbir insan evladı; anne gibi, baba gibi olabilir miydi? Mümkün müydü?

    “Kızım!”

     “Canım yavrum benim, bir baba olarak görevimi en iyi şekilde yapmaya çalıştım. Aslına babalık bir görev değil; karşılıksız sevgi, sabır ve özveri üçgeninden oluşan sorumluluk duygusudur. Sorumluluğumu, elimden geldiği kadar kusursuz yerine getirmeyi istedim hep ama hatalarım olduysa, üzdüysem seni özür dilerim. Dünyada üzmek istemediğim nadide insanlardan birisin kızım, canım yavrum.”

      Bir anda boşlukta buldu kendisini baba.

     Artçı sarsıntıyla apartman biraz daha eğimini arttırmıştı. Eğimin artmasıyla baba dengesini kaybetmiş, boşluğa kayıvermişti.

     İlk oluşan şiddetli yer sarsıntısı ile apartmandan kopan beton yığınlarının üzerine düştü baba, bütün kemikleri un ufak oldu… Başından, boynundan, kulağından, ağzından, kırılan uzuvlarından kan aktı kızıl kızıl, bedeninin etrafında birikti…

     Birkaç saniye sonra yukarıdan buzdolabı düştü yanına, ardından duvar parçaları, cam kırıkları yağmur gibi yağdı üstüne.

     “Kızım!” diye geçirdi aklından.

     “Sıkı tutun, sakın düşme.”

      Üşüdü birden, buz gibi oldu bedeni.

      Havada, gecenin siyahında bir karartı gördü, yıldırım gibi aşağıya, yanı başına akıyordu… Saçlarını rüzgâr uçuruyordu karartının.

     Hemen tanıdı karartıyı: “Kızım!” dedi içinden “Kızım, canım, sen nereye?”

    “Sen daha çocukluğunu yaşamadın, baharını yaşamadın, bu acelen ne yavrum? Oldu mu şimdi, yakışır mı sana kefen, güzel kızım?”

   Yerinden kalkmak istiyordu baba, havada tutmak istiyordu onu. Yakalamalıydı… Parmaklarını bile oynatması mümkün değilken nasıl ayağa kalkabilirdi?

   Düşen bir melekti, kızıydı, canıydı…

   Kanadını takmayı unutan bir melekti düşen…

     “Küt” diye bir ses geldi kulaklarına babanın.

      Babasının otuz santim kadar ilerisine düştü melek. Küçücük bedeni kanlar içinde kalıverdi, gözlerinde hala yaş vardı.

      Baba öldü, baba bir daha öldü, baba yeniden bir daha öldü…

      Kızının yaşlı gözlerine baktı… Küçücük burnundan, ağzından kan aktı ılık ılık, uzun saçları kan oldu kızın. Kulaklarından boşanıverdi kanlar…

      Saçları kızıl kan…

      Ilık kan alnından sızıyor, ağzına doluyor ve boşalıyordu ağzı, köpük köpük kan…

      Kanlı dudaklarını kıpırdattı kız, babasının gözlerine bakarak.

      Baba okudu dudaklarındaki mesajı kızının:

     -Seni seviyorum babacım.

     “Kurban olurum sana güzel kızım, ben seni milyon kat seviyorum. Bin canım olsa binini de versem sana az gelir aşkım”

      Baba da tüm gücünü kullanarak dudaklarını hareket ettirdi:

     -Ben de seni seviyorum aşkım, canım, gülüm, balım…

      Kanlı gözlerle baktılar birbirlerine, bu bakışta neler yoktu ki? Hiçbir kalemin yazamayacağı, hiçbir şairin anlatamayacağı manalar, gizemler, duygular… Hiçbir kitap, hiçbir resim, fotoğraf bu bakışlardaki anlamı ifade edemezdi…

   İkisi de gülümser gibi oldu.

   Gülümsemeler yarım kaldı yanaklarında.

   İki ruh aynı anda ayrıldı bedenlerinden…

   Buzdolabı paramparça olmuştu ve yarım metre kadar ilerilerinde enkazın içine gömülmüştü.      

   “Tam da bozulacak vakti buldun buzdolabı.”

    Çok geçmeden destek konumundaki apartman da çöktü, onun çökmesiyle on bir katlı ölüm apartmanı da iki cansız bedenin üzerine büyük bir gürültüyle yığılıverdi…

    Melekler tarasın saçlarını...