Saflığın abidesi, acının çelikten heykeli; kurşungeçirmez, aşınmaz, bükülmez... Asırların koynunda yeni bilenmiş bıçak gibi durur. On bin ormanın çığlığı gibi gür, on bin mehtabın şafağı gibi epik; ağıtlar, ağıtlarımız. 

       Aklın ve hayalin ötesinden uzanır yas ve gözyaşlarının ruhuna dokunuşu sudaki halkalar gibi sürekli genişler; matem gelir, bütün içtenliği ile oturur insanlığın alnına. Zaman, zalim ve zemheri bir boşlukta asılı kalır.

       Bir anda doğar ağıtlar; doğaçlama; öyle içten, öyle samimi olması yürekten bir volkan gibi patlamasındandır. Ağıtların her dizesine, her kelimesine hatta her harfine bakın nabız atar, sıcak, kan gibi; asırlar geçse de daha dün gibi…

        İslamiyet’ten Önceki Sözlü Türk Edebiyatındaki adı ‘Sagu’ dur. Yuğ adı verilen cenaze törenlerinde “Yuğcu” ve “Sığıtçı” denilen ağıtçıların veya “Şamanların” kopuz eşliğinde söylemiş oldukları şiirlerdir. Ağıtçılık, Anadolu topraklarında günümüze kadar gelen başlangıcı bilinmeyen köklü bir gelenektir. Sadece Anadolu’da değil tüm dünya coğrafyasında ağıtlar tarihe kazınan en kadim mühürlerdir.

       Acının ve gözyaşının rengi yoktur. Lisanlar farklı, tenler farklı, kıtalar farklı olsa da her millette ağıtlar duygusallığın ve içtenliğin şahikasıdır. Kelimeler farklı, harfler farklı olsa da anlamlar, acılar aynıdır. Yedi kıtayı, iki dünyayı veya iki insanı birbirine bağlayan en güçlü duygudur hüzün. İnsanları en çok kırıldığı yerden tanırsın ve insanın en çok kırıldığı yer canı gibi sevdiği birinin vedasız veya zamansız gidişidir.

      Ömrünün gırtlağına bir vampir gibi gelir yapışır ayrılık ve damarlarında kızgın bir lav gibi dolaşmaya başlar.

      İşte o an bir annenin veya bir eşin, kardeşin, evladın hüznün en derin kuyularından ney misali feryadı başlar.

      O feryat öyle içtendir ki duyduğunuzda tüyleriniz diken diken olur, bir uçurumdan düşer gibi hissedersiniz kendinizi, sonu olmayan bir uçurumdan… Kekik kokuları gelir dağ başlarından, yağmur sonrası toprak kokusu, çam kokusu, hasret kokusu sarar tüm benliğinizi; kanatsız, heyecansız, kemiğine kelepçeli bir zindan kokusu…

      Ve yalnızlık ölüm gibi büyür içinde. Hüznün gözyaşlarıdır ağıtlar; ateşten ok gibi kalbine saplanan mısralar, bir de yüreğinin tellerine dokunan ezgisiyle birleşir. Ruhun avuçlarına bırakılan sihirli dizeler yine eşsiz bir ezginin nefesiyle bütünleşince gök yanar, su yanar, buz yanar! Mevsimleri ve tarihi titreten kadife sesten bir fanus kuşatıverir en derin hislerini, elinde olmadan ağlarsın, kanarsın içten… 

       Bence yazılı ve sözlü edebiyatın başlangıcı ağıtlardır. İlk düşen kar tanesi; ilk dize, ilk dörtlük, ilk şiir, ilk destan… Kelimelerin dehşet uyandıran gücü ağıtlarda zirvedir. Bir kelimeye, bir cümleye milyon duygu yüklenir, dinlerken bütün hücrelerinle hissedersin. Kalbinin ilk odasından kırkıncı odasına kadar ölüme tebessümle gider gibi mağrur, seller gibi başını dağlara taşlara çarpa çarpa o hüznün samimiyetinde kaybolursun, boğulursun… Hiçbir eser ağıtlar kadar samimi değildir, hiçbir eser ağıtlar kadar dokunamaz kalbe. Hiçbir eser ağıtlar kadar acının sırtında derin ve şiddetli kamçı izlere bırakmaz, bırakamaz. Ağıtlar, oturduğu yerden tüm hüznü giydirebilir, tüm kitapları doldurabilir, tüm melodileri bastırabilir.

      Anonimdir ağıtlar; sözlü olarak nesilden nesile aktarılmıştır. Her çağın bilgelik ve hüzün ateşinde dövülmüş, öğütülmüş, adeta imbikten süzülerek ulaşmışlardır günümüze.

      Hiç şüphesiz ölümsüzlüğün sırrına eren ağıtlar asırlar geçse de daima yaşamaya ve acının, gözyaşının yürekteki bozkırında anaforlar oluşturmaya devam edecektir.