Her insan bir hikâye taşır. Kimini karanlıkta okursun, kimini ışıkta. Ama bazı hikâyeler vardır ki, karanlığı bile aydınlatır.” — Nazım Hikmet

Yaşlı bir kadın, gece yarısı evine dönüyordu. Karanlık bir sokaktan geçerken bir adamın kendisine yaklaştığını gördü. Bütün cesaretini toplayarak, adama: “Bu sokak çok karanlık.” dedi. “Ben de pek yaşlıyım. Evime kadar bana eşlik edebilir misiniz? Zaten evim fazla uzakta değil.”

Yabancı bu ricayı kabul etti. Yaşlı kadını evine kadar götürdü. Kadın yabancıya teşekkür edip evine girmeye hazırlanırken, adam kadını kolundan tutarak: “Asıl ben size teşekkür etmek istiyorum.” dedi. “Az önce, sizi soymak niyetindeydim. Fakat siz bugüne kadar bana güvenen yegâne insan olduğunuzdan, bunu yapamadım.”

Adam bu sözleri söyledikten sonra oradan ayrılarak karanlığa karıştı.

Gece…

Karanlık, sadece sokaklarda değil, bazen insanın kalbinde de geziniyor.

Soğuk rüzgarlar bir yaşlının kemiklerini titrettiği gibi, kimi zaman bir adamın vicdanını da ürpertebiliyor.

Bir kadın, bir gece… Bir adam, iki niyet…

Biri korkudan cesarete yürürken, diğeri kötülükten iyiliğe savruluyor.

Bu yaşanmış hikâye, bize bir gerçeği fısıldıyor: “Güven, en umulmadık anda bir insanı değiştirebilir.”

O yaşlı kadının yüreğinde taşıdığı cesaret, sıradan bir isteğin ötesindeydi aslında.

Korkuya yenik düşmek yerine, kalbini açıp, bir yabancıya “Bana eşlik eder misiniz?” diyebilmek, onun için yalnızca fiziksel bir eşlik değil, karanlığa karşı da açılmış bir umut kapısıydı.

Ve o kapıdan bir insan girdi...

Değişerek, dönerek, yüreğinde bir başka ışık yanarak…Belki de yakarak...

“İnsanı insan yapan, çoğu zaman ona gösterilen bir damla güvendir.” — Dostoyevski

Çünkü çoğumuz güvensizlikten yontulmuş duvarların ardında yaşıyoruz maalesef.

İyilik ararken bile tetikte, yardım isterken bile kuşku doluyuz.

Ama bazen, tek bir bakış, tek bir kelime bile bir insanın kalbinde zincirleri kırar.

Bu öyküdeki adam, kötülük niyetiyle yaklaşmışken; kendisine uzanan saf bir güvenle geri döndü. Bu, belki de hayatının bir kırılma noktasıydı.

İyilik küçüktür ama yankısı büyüktür.

Tıpkı karanlık bir sokağa tutulan küçük bir el feneri gibi…

O sokakta yalnız bir kadın değildi yürüyen; aynı zamanda bir insanın içindeki kötülüğü bastıran bir iyilik de adım adım ilerliyordu. Bugün, bizler de içimizdeki karanlık sokakları aydınlatmak istiyorsak, belki de önce birine güvenmeyi, sonra birine güven vermeyi denemeliyiz.

Çünkü güven, iyiliğin kıvılcımıdır.

Ve kıvılcım, bazen sadece bir insana değil, bir hayata da yön verebilir.

“O yaşlı kadının hikâyesi işte tam da böyle…

Bir insanı değiştiren, bir gecenin sessizliğini umutla delen, küçük ama yüce bir güvenin öyküsü.

“Güven bir insanın omzuna konan görünmez bir el gibidir; elinizde tutmak isteseniz uçar gider, ama yüreğinizle hissettiğinizde yerleşir.” — Halil Cibran

Evet, bu çağda bir güven tazelemesine ihtiyacımız var. Kendimizle ve küstürdüğümüz sokaklarımızla yeniden tanış olmak bu açıdan önemli. Çocukların oyunlar oynadığı, insanlar arasında samimiyet ve güvene dayalı ilişkilerin yaşatıldığı sokaklar, mahalleler, şehirler… Bir su birikintisine atılan taş misali merkezden çevreye, insandan topluma yayılan huzur, güven, iyilik halkaları…

Belki de bu çağın en büyük yarası, insanların birbirine olan güvenini yitirmiş olmasıdır.

Sosyal medyada binbir türlü maskeler, sokakta kayıtsızlıklar, ilişkilerde yorgunluklar, hayal kırıklıkları...

Kimse kimseye kolay kolay “gel” diyemiyor, “yanımda ol” demeye cesaret edemiyor.

Ama işte o kadın, kelimelerle değil, kalbiyle konuştu.

“Bu sokak çok karanlık.” dediğinde, aslında sadece yolu değil, insanlığa dair bir duyguyu da aydınlattı. Çünkü bazen en derin karanlık, birinin içindeki çözülememiş öfkede saklıdır.

Ve o karanlığı sadece saf bir bakış, samimi bir söz yırtabilir. Albert Camus şöyle der:

“İnsanın insana verebileceği en büyük armağan, ona kendini kötü hissettirmeden iyi biri olduğunu hatırlatmaktır.” O adamı değiştiren, işte bu armağan dolu sözdü.

Bir yabancının kendisine inanması…

Bunu hiçbir öğüt, hiçbir tehdit yapamazdı.

Ama bir güven yapabildi.

***

Toplumlar, güven duvarlarıyla ayakta kalır.

Aile, dostluk, sevgi... Hepsinin temeli budur.

Eğer bizler, sokaklarımızda, evlerimizde, yüreğimizde güvene yeniden yer açmazsak; iyilik kök salmaz. Kötülük de suskun kalmaz.

Bugün birine sadece “İyi ki varsın” demek, belki de onun yüreğindeki karanlıkla verdiği savaşta bir meşale olabilir.

Küçük bir söz, koca bir niyeti değiştirebilir.

Tıpkı o gece yaşandığı gibi...

Çünkü bazen bir insanı güçlü kılan, kazandığı değil; vazgeçtiği kötülük olur.Ve o vazgeçişin nedeni çoğu zaman bir insandan gelen sade ama gerçek bir iyiliktir.

Gelin bu hafta, birine sebepsiz güvenelim.

Birinin yorgun omzuna, “Seninle yürüyorum” diyelim.

Kim bilir…

O cümle, bir karanlığı aydınlatabilir.

Güven, artık bu yüzyılda en lüks duygulardan biri haline geldi. Kimse kimseye bakmaz oldu. Herkes tetikte, herkes temkinli. Çünkü ne zaman başını çevirsen, ya kandırıldın ya unutuldun ya da yalnız bırakıldın. Ama işte tam da bu yüzden, “güvenmek” bir lüks değil, bir direniştir artık.Bir toplumun omurgası ne yasalarla ne de duvarlarla kurulur. Asıl olan, kalpten kalbe kurulan görünmeyen köprülerdir: güvendir. Güven varsa huzur olur, merhamet büyür, dayanışma doğar. Güven yoksa, en sağlam şehirler bile çöker; çünkü aradaki bağlar çatlamıştır artık.Bugün insanlar gözlerinin içine bakmadan konuşuyor, çünkü yürek yüreğe dokunmak neredeyse unutuldu. Herkesin omuzlarında görünmeyen bir korku, bir temkin endişe var. Oysa çocukken nasıl da koşardık bir yabancının gülümsemesine? Güvenmek, o zamanlar hayatın doğal bir haliydi.O güveni yeniden inşa etmenin yolu; küçük bir selamdan, samimi bir tebessümden, “yardım edebilir miyim?” demekten geçiyor. Birinin acısını sahiplenmek, yanlışını değil doğrusunu görmek, arkasından değil yüzüne konuşmak…

Toplumlar, yıkılan güveni yerine getirmek için yalnızca kurallara değil, vicdanlara da ihtiyaç duyar. Ve belki de bugün en çok ihtiyacımız olan şey; paradan, statüden, başarıdan önce, yeniden birbirimize inanmayı öğrenmek.

Peki ne oldu bize?

Kim başlattı bu görünmez duvarları, kim unutturdu kalpten inanmayı?

Aslında cevabı zor değil: Güvenin suistimal edilmesi, en büyük toplumsal travmadır.

Bugün en büyük açlık ekmek değil, sadakat. En büyük ihtiyaç para değil, samimiyet.

Ve en büyük yoksulluk, güvenin yoksunluğudur.

Bir toplumun asıl zenginliği; güvenle yürüyen sokaklar, rahatça sırtını dönebileceğin insanlar, düşünmeden paylaşabileceğin sırlar değil midir?

Ahmet Hamdi Tanpınar bir cümleyle her şeyi özetler: “İnsanın insana güveni kalmayınca, hayat yavaş yavaş çekilir.” Oysa biz güveni kaybettiğimizde sadece ilişkileri değil, insanlığın özünü kaybederiz. Çocuk bir gün annesinin gözlerine bakıp "doğru söylüyor musun?" diye sormaya başladığında, toplumun en mahrem duygusu yıpranmış demektir.

Ama hâlâ umut var.

Birinin yükünü omuzlamakla, selamsız geçmek yerine göz göze gelmekle başlar bu onarım.

Hâlâ birilerine güvenen insanlar var…

Ve o insanlar, yarının vicdanıdır.

---

Bir şehir düşün, herkesin kapısı açık…

Çocuklar sokakta, gönüller rahat, gözler umutla bakıyor birbirine.

Kimse arkasını dönerken ürkmüyor.

Çünkü biliyor ki, elini uzatan zarar vermek için değil, tutmak için uzatıyor.

İşte öyle bir şehirde başlar gerçek medeniyet.

Ve o şehir, güvenin yeniden filiz verdiği yerdir.

Ve bir sabah,

insanlar birbirine “Günaydın” derken, gerçekten iyi dileklerle söylesin isterim.

Bir çocuk, yolda düşen cüzdanı sahibine verirken alkışlanmasın;

çünkü bu zaten normal olsun.

Güven, lüks değil, nefes gibi temel bir ihtiyaç sayılsın.

Kalpler diken değil, çiçek tutsun…

Ve biz, "kime güvenilir" demek zorunda kalmadan,

"İyi ki hâlâ güvenebiliyoruz" diyelim.

Ve bir gün,

Kimse telefonuna şifre koymak zorunda kalmasın,

Bir dostun gülüşü, arkadan hançer gibi batmasın.

Göz göze gelmek, hesaplaşmak değil;

Anlaşmak olsun…

Bir tebessüm, içten gelen bir barışa dönüşsün.

Güven,

Ne bir sözde kalsın, ne de sadece geçmişte anlatılsın.

Dün kırılmış bir yürek bile,

Yarın yine umutla atabilsin.

Çünkü insan, inandıkça iyileşir.

Ve bir toplum, ancak birbirine güvendiğinde büyür…

Bir gün,

Kimse arkasını döndüğünde şüphe duymasın,

Bir “merhaba”nın içine kırgınlık sızmasın.

Dostluk, kuru kelimelerle değil,

Yürekten verilen emekle anlaşılsın.

Her selam, bir köprü kursun kalpten kalbe…

Bir çocuk gözyaşı döktüğünde,

Yetişkinler susup kalmasın,

Bir kadının sesi kısıldığında,

Toplum kulaklarını kapatmasın.

Ve her insan, kendini

Bir başkasının aynasında görebilsin…

Çünkü güven;

Duvardan yapılmaz,

İnsandan inşa edilir.

Ve bir toplum, güvenle yoğrulursa

Barış, en çok o topraklarda filizlenir…

Medeniyet, sağlam temeller üzerine kurulur.

Ve bu temelin en vazgeçilmez yapı taşı güvendir.

Güven olmadan ne dostluk kalır ne işbirliği,

Ne de ortak bir gelecek hayali.

Bir toplumun gelişmesi, bireylerin birbirine inanmasıyla başlar.

Güvenle atılan her adım, medeniyetin ışığını büyütür.

İçimizdeki bu ışığı kaybetmeyelim,

Çünkü medeniyet ancak güvenle yükselir.

Güven, sadece sözlerde değil, davranışlarda da hayat bulmalıdır.

Her bireyin yüreğinde yeşermeli, ilişkilerin temelinde sağlam kökler salmalıdır.