Ruhumun sinir uçlarına kadar sızan şu arabesk köşe başlarını çelik bir koçbaşı ile enkaza çevirmek istiyorum aslında. İçimde kendimden bile gizlediğim kadim bir nedamet var. Nedir beni bu kadar yağmur bakışların kıyısındaki hüzne mahkûm eden? Eski defterlerimi karıştırırken gözüme çarpan dizeler hangi başıboş nehirlerin başını taştan taşa vururken dalgalandığı suların köpükleri? Bu kadar mı gömülmüşüm karanlığın üstü kapalı kabadayılığına. Mecnunun aşkı basit kalırmış saçlarımda uçuşan çöl kumlarında, Romeo dersen daha dünkü çocukmuş, ben seversem yangın yeri olurmuş gökyüzü, dağlar takılıp peşime yürürmüş… Hey deli gönül hey, ne fantaziler kurgularmışsın benden habersiz…

“İki adım atamaz yıkılırım

Her gece alev alev yakılırım

Yusuf gibi kuyulara atılırım

Ölüme hasret biçareyim şimdi.”

İnsan bir muamma! Onca acının içinde aşka tutunma tutkusu mecburiyet mi? Hem neyin mecburiyeti? Akran zorbalığı ile tüm yüreği kasıp kavuran sessizliğin çığlığı bir damla gülüşle keskin bıçak gibi ortadan ikiye kesilebilir mi?

Nedir ki insan? Et, kemik ve kan! Sabah yatağının başucunda birkaç düş, akşamdan kalan! Bir çift göz ve uçsuz bucaksız renk. Bir burun; sonsuz dağ ve deniz kokusu, çayın deminden sızan güneş; sümbül, nergis ve orkide duruşu. Yer gök cehennem!

Nedir ki insan? Bir ağız ve dil; üç beş kelime, hesapsız pişmanlık, canlı ve diri yara bere içinde.

Dahası var; bir kırık kalp ve ölümüne yalnızlık.

Nedir ki insan? Dağları ben yarattım edası, ele avuca sığmayan hazan yaprakları savruluşu… Üç beş hatıra ve ezeli bir pişmanlık.

“Göklere ulaştı benim feryadım

Bilmedin amma yoktu günahım

Seni mutlaka yakacak ahım

O yandığın günü beklerim şimdi.”

İnsan bir muamma! İçinde deli fırtınalar, sessiz çığlıklar, yüzünde kırk yerinden yamalı bir gülüş. Kaybedilmiş umutların merhum şarkıları. Eteklerinde altın sarısı havuz taşlarının boncuk boncuk dizilen ezber aldanışları. Merdümgiriz ruhum…

Ahmet Haşim’in dediği gibi ;

… ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak…

“Sular sarardı… yüzün perde perde solmakta

Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller

Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,

Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

Bu bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta

Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…”