İnsanlık, vicdan, hukuk, erdem, ahlak, iyilik, kötülük, güzellik, çirkinlik ve hepsi karıştı birbirine… Anlamlar karşıtı, kavramlar kargaşası içinde bir altüst oluş içinde değersizleşti, yaşamak kadar kutsal olan çok şey.

**

Bir muktedir vicdansızlığı acaba kaç yaşam söndürür? Korku mu vicdanları nu kadar körelten ? Ya da nedir insanlığını yitirecek kadar yanaşmalığa, birilerinin tebaası olmaya, kulluğa ve insan onuruna yakışmayan ne varsa hepsinden insana nasibini aldıran?

**

Allah ve din adına bağnazlığın çürümüş bataklığını bir yaşam biçimi haline getiren hangi nedendir? Tek başına cehalet yeter mi bunca kirlenmeye? Henüz suçu sabitlenmemiş, hüküm giymemiş, hastalığı nedeniyle kaçma şüphesi bile olmayan, içeride 18 kilo veren bir insan düşünün. Ve onun tedavi gördüğü hastane bahçesinde ağlayan bir ana. Vicdanı bu kadar körelmiş, insani değerlerini tepeden tırnağa kaybetmiş olanlardan bu manzara karşısında hangi adalet beklenebilir ki?

**

İşte göz göre göre gelinen nokta bu. Demek ki bir yerde hukuk, adalet yoksa vicdan da olmuyormuş. Hani hukuksuzluğun olduğu yere yatırım gitmiyor, özellikle de yabancı yatırım. Yani hukuk yoksa yoksulluk var, işsizlik var. Hani devlet içinde yuvalanmış yapıların kasası diye tutukladıkları insanlar can vermişti cezaevlerinde… Kimileri de canına kıymıştı. Demek ki hukuk yoksa ölüm var.

**

Senin iraden elinden alınıyor, seçilmişler birer birer tutuklanıyor ve bu süreklilik haline getiriliyorsa anlamı açıktır. Bu faşizmdir. Her gün sokakta sabaha kadar eylemde olmanız bile bir adım geri attırmıyorsa; siz inadına daha fazlasını yapmak zorundasınız. Hani demiyoruz, “İşçinin, köylünün yiğit sesiyiz. Namluya sürülmüş halk mermisiyiz.” O mermi, halkın kendisidir aslında, yükselen bir sestir, bir itiraz, bir karşı duruştur demokratik zeminde.

**

Zeydan Karalar için nasıl sel olup aktı Adana Uğur Mumcu Meydanı'na… Bir daha ak, bir daha sel ol, onların ekmeğini bile satın alma, kafelerine gitme, TV’lerini izleme, gazetelerini okuma. Ayağa kaldır işçiyi, köylüyü; genel greve git, sarı sendikalara ve sarı sendikacılığa bile rahmet okutanlara inat.

**

Bunlar illegalite değil demokratik bir haktır. Açsan, işsizsen, geçinemiyorsan, ölüyorsan bu senin kaderin değil. Hatırlar mısınız kıyafeti uygun değil diye gittiği okuldan gönderilen çocuğunu dinledikten sonra, “Ben oğluma bir pantolon bile alamıyorsam yaşamanın ne anlamı var?” deyip kendini asıp canına kıymıştı bir baba… Bu kader, ecel, takdiri ilahi değildir.

**

Adana’da, eşi çalışmak için şehir dışına giden bir kadın, çocuklarının ısınması için odun almaya gidiyor ve esnaf “Bacım, bu paraya odun mu olur?” dese de vicdanlı biriymiş, bir çuval odunu veriyor. Kadın eve geliyor ve sırtında taşırken yağmurda ıslanan odunları yakamıyor. Saç kurutma makinesiyle çocuklarını ısıttıktan sonra da intihar ediyor. Yıllar önce Adana’da yaşandı bu acı.

**

“Kenar-ı Dicle’de bir kurt kapsa koyunu, gelir de Adl-i İlahi sorar Ömer’den onu” anlayışı ile hareket ediyoruz masallarından bıktık, usandık artık. Kanma bu masallara, uyan artık derin uykudan, demokrasi hakkını sonuna kadar kullan. İşte senin ey Türk gençliğin; Gel gör ki ne haldedir, işsiz, çaresiz, bu ülkeden gitmek istiyor, eğitimden kopuyor, uyuşturucuya sürükleniyor… Nereye kadar böyle devam edecek bu? Emekli, asgari ücretli açlık sınırı altında insan onuruna yakışmayan bir hâlde sürüne sürüne yaşıyor. Memuru, esnafı, öğrencisi, işçisi, işsizi perişan…

**

Ama bu günlere böyle geldiysek, kabahatin çoğu da benim ve senin kardeşim. Tıpkı Nazım Hikmet’in dediği gibi:

**

Ve açsak, yorgunsak, al kan içindeysek eğer

ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak

kabahat senin, demeğe de dilim varmıyor ama

kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!