Bosna-Hersek’e adım attığımda, zamanın burada farklı aktığını hissettim. Tarih, taş duvarlara kazınmış, sokakların sessizliğinde yankılanıyordu. Kitaplardan, belgesellerden ve savaşın soğuk yüzünü anlatan haberlerden tanıdığım Bosna, çıplak gözle bakıldığında sadece bir şehirden ibaret değil, hatıraların ve direnişin iç içe geçtiği bir sahneydi.

Saraybosna’ya adımımı attığım anda, tarihî Başçarşı’nın taş yollarında adeta geçmişe döndüm. Osmanlı’nın izleri hâlâ burada, Avusturya-Macaristan’ın getirdiği mimari dokunuşlarla iç içe geçmiş bir halde duruyor. Şehir yaşanmışlıklarından asla kopamamış. Her köşesinde bir hikâye gizli; kimi zaman bir caminin duvarlarında, kimi zaman bir sokak çeşmesinde, kimi zamansa savaşın gülü olarak anılan bomba izlerinde. Şehrin her köşesinde duvarlarda halen mermi izlerini görmek mümkün.

Boşnak kahvesi içtiğim bir kafede yerel halkın sohbetlerine kulak misafiri oldum. İnsanların konuşmalarından geçmiş hissediliyordu. “Allaha emanet” diyerek vedalaşan Boşnaklar, aslında birbirlerini sadece bir sonraki buluşmaya değil, tarihin getirebileceği belirsizliğe de teslim ediyorlardı. Bekârlar Çeşmesi’nin etrafında dolaşırken, halk arasında yıllardır anlatılan bir inanış dikkatimi çekti: Bu çeşmelerden sağdakinden su içen kişi bir gün mutlaka Bosna’ya geri dönerken, soldakinden içen kişinin kaderinde bir Boşnak ile evlenmek yazılıdır. Belki de bu söylenti, savaşla sarsılan bir ülkenin aidiyet arayışının bir yansımasıdır. Göçler, kayıplar ve travmalar arasında şekillenen bu tür efsaneler, insanların geçmişle bağlarını koruma çabasının bir parçası haline gelmiş gibi görünüyor.

Saraybosna Tüneli’ne indiğimde, bir şehrin hayatta kalmak için nasıl direndiğini bizzat hissettim. Karanlık, dar ve nemli bu tünelden bir zamanlar umuda kaçışlar yapılmıştı. Fakat şimdi, tünelin içindeki sessizlik, savaşın en gürültülü anlarını bile bastıran bir yankı bırakıyordu zihnimde.

Şehrin sokaklarında dolaşırken, toplu mezarlarla karşılaşmak sıradan bir olaymış gibi geldi. Tespihlerle süslenmiş mezarlar, savaşın getirdiği kayıpların yanı sıra, kimlik mücadelesinin de bir sembolüydü. Savaş, fiziksel farklılıkların ötesinde, insanların aidiyetleri üzerinden ayrıştırıldığı bir düzen yaratmıştı. Bu yüzden, savaş sırasında bir Boşnağı dış görünüşünden değil, onun cebindeki bir tespihten tanımak mümkün oluyordu. O dönemde kimlikler, yalnızca isimlerle değil, simgelerle de belirleniyordu. Mezar taşlarına bırakılan tespihler ise savaş sonrası dönemde, bu kimlik mücadelesinin kalıcı bir sembolü haline geldi. Geçmişin izlerini taşırken, aynı zamanda savaşın bitmediğini ve kimliklerin hâlâ bir mücadele alanı olduğunu hatırlatıyordu.

Aliya İzzetbegoviç’in mezarını ziyaret ettiğimde, şatafattan uzak, mütevazı bir tasarım ile karşılaştım. Bosna’nın bilge lideri, halkına sadece idealleriyle değil, mezarındaki sadelikle de ders veriyordu. Kutsal Kalp Katedrali önünden geçerken bir başka ironiyi fark ettim: Osmanlı çekilince burada farklı topluluklar barış görüşmeleri yapmış, ancak 386 top mermisinin düştüğü bu katedral barışın değil, savaşın ne kadar yakın olduğunu hatırlatıyordu.

Ve Mavi Kelebekler… Bosna’nın en trajik miraslarından biri. Toplu mezarların yerini gösteren bu kelebekler, doğanın savaşın bıraktığı yaraları nasıl kendi yöntemleriyle onarmaya çalıştığının bir kanıtıydı. Fakat insan eliyle açılan yaralar, doğanın merhametiyle bile kolay kapanmıyordu.

Saraybosna’dan ayrılmadan önce son kez şehre tepeden baktım. Aşıklar Tepesi’nden görülen manzara büyüleyiciydi, ama bu güzelliğin ardında yatan acıları bilince insan huzurlu hissedemiyordu. Şehir, hem bir anı defteri gibi geçmişin izlerini taşıyor hem de yavaş yavaş kapitalizmin ve kimlik bunalımının girdabına sürükleniyordu.

Bosna’yı gezerken hissettiğim şey, bir zaman yolculuğuna çıkmış gibi olmaktı. Geçmişin, bugünün ve belirsiz bir geleceğin iç içe geçtiği bu topraklarda her sokak, her taş ve her insanın yüzü, bir hikâye anlatıyordu. Daha önce tıpkı İstanbul’da olduğu gibi, burada da tarih gözlerimin önünde canlanıyor, ama zaman zaman sessiz çığlıklarıyla beni sarsıyordu.

Belki de Bosna’nın asıl çağrısı buydu: Hatırlamak, sorgulamak ve unutmamak…