“Oysa istediğim uzaklara gitmek değildi

Kendimden gitmekti.

Tanıdığımı zannettiğim insanlar konusunda

O kadar çok yanıldım ki

Sevemiyorum kendimi”

                Kendisinde beliren bu ani değişikliğin sebebini bir türlü anlayamıyordu. Hissediyordu bütün hücrelerinde ama korku dolu gözlerle çevresine her baktığında farklı bir ruhun avuçları arasındaki duyularının neden bu şekilde kendisinin değillermiş gibi hareket ettiklerini bilemiyordu. Her şeyi daha net görüyor, daha net duyuyordu. O küçük burnu üç yüz elli metre ilerideki küçük bir bahçede yetişen yedi çeşit çiçeğin kokusunu ayrı ayrı alabiliyordu hatta toprak kokusunu, çok uzaklardaki denizin, suyun, tuzun, yosunun kokusunu bile…

                Daha beş dakika önce keskin ayazın nefesi iliklerine kadar işliyor, soğuktan parmakları uyuşuyordu, beş dakika önce boş midesi, içine taş atılan bir kuyunun çıkardığı ses gibi ses çıkarıyordu. Oysa şimdi ne soğuk, ne açlık… hiçbir şey hissetmiyordu.

                Kaldırımın tam ortasında durmuş: Ne oluyor bana? Hem ben neredeyim? Nasıl geldim buraya? Gibi sorular soruyordu kendi kendine. Birilerinin sorularına cevap verip son sözü söylemesini bekliyormuş gibi bakındı çevresine. Maalesef hiçbir yerden bir cevap gelmedi ki gelmesi de mümkün değildi. Üstünde durduğu kaldırımlar gibi her şey cansız ve dilsizdi, ölüydü her şey bir taş gibi.

                Aniden yüz metre kadar ileride sokağın koyulaşan karanlıkları içinde büyük bir kalabalık fark etti. Sesli sesli konuşmalar, hatta bağrışmalar geldi kulağına. “Orada ne oluyor?” Merak içinde kıvrana kıvrana bir rüzgâr gibi kalabalığa doğru süzüldü.

                Siyah ve gösterişli bir araba yolun ortasında duruyordu. Arabanın ön kapısı açık, açık olan kapının hemen yanında parlak kumaştan gri takım elbisesi ile aracın sürücüsü olduğu anlaşılan otuz yaşlarında bir adam vardı. Aracın çevresinde büyük bir kalabalık birikmişti. Bir polis elindeki feneri, eğilmiş, aracın altına tutuyordu.

                -Ne olmuş?

                -Ölmüş mü?

                Herkes bir şeyler söylüyor, şaşkın gözlerle yanındakine bakıyor, “Vah vah” , “Eyvah” gibi ünlemlerle başlayan cümleler kuruyordu.

               -Aman Tanrım, şu işe bak, ne felaket!

               Hâlâ kendi bedenindeki bu değişikliğin anlamını çözemeyen pamuk yumağı, olabildiğince kalabalığı yararak ilerledi ve nihayet buraya bunca kalabalığı toplayan, bunca telaşa neden olan şeyi gördü. Aracın çiğnediği bir kedi yatıyordu arabanın altında, yüzü gözü kan içindeydi. Tan vaktinin kızıllığından alev rengine dönen tüyleri dik dik olmuş, başından ve yüzünden kan damlıyordu. Kafası iyice ezilmiş, derileri soyulmuştu. Yüzü o kadar tanıdıktı ki…

               Kalabalıktan sesler yükseldi tekrar.

               -Bu, bizim mahallenin dilencisi, dedi biri.

               -Kimi görse peşinden gider.

               -Zavallı kedicik.

              -Bu, bizim Tekir ya! Tekir!

              “Tekir mi? Yok canım, Tekir benim. Ama bu mahallede benden başka Tekir yok.” Kıstı gözlerini Tekir, tekrar baktı arabanın altına. Fenerin aydınlattığı yüzü gördü, irkildi birden, dondu kaldı. Evet, sanki ikiziydi yerde yatan. Aynı kendine benziyordu. “Yok canım, olamaz böyle bir şey, ben buradayım… O halde orada yatan kim?”

               Avazı çıktığı kadar bağırdı: “Tekir benim! Ben buradayım! Kimse duymuyor mu beni?”

               Kalabalıkta tanıdık yüzler aradı, sonra gitti tanıdığı kişilerin bacaklarına sürtündü, bağırdı, çağırdı… Ama sesini duyan yoktu. Sanki cam bir fanusun içindeydi ve sesi cama çarpıp tekrar kendi kulaklarına geliyordu. Hatta kimse onu görmüyordu.

               Arabanın altından kediciğin cesedini çıkardılar. Beş on dakika önce ölmüştü. Kalabalık kediciğe odaklandı ve içlerinden biri:

               -Evet, bu bizim Tekir, kesinlikle Tekir bu, dedi.

               Tekir, kendi cesedinin başucuna gelmiş, iri iri açılmış şaşkın gözleriyle yara bere içerisindeki bedenine bakıyordu. “Nasıl olur böyle bir şey? Ben buradayım, canlıyım. Hey! Kimse görmüyor mu beni? Hey! Sesimi duyan yok mu? Ben buradayım!..” Kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyor, bağırıyor, yırtıyordu kendisini, bir onun kucağına atılıyor, bir diğerinin bacaklarına sürtünüyordu… Kalabalıktan hiç kimse onu görmüyor ve duymuyordu. Artık nefessiz kalmış, yorulmuş, sesi kesilmişti.

                 “Zaten ne zaman duydunuz ki beni ?” dedi kendi kendine. “Bir de bana mahallenin dilencisi diyorlar, ne zaman acımdan ölsem kapınıza geldim, yalvardım bir kuru ekmek bile vermediniz. Evet, herkesin peşinden gittim, sevilmek istedim, bacaklarınıza dolandım, okşanmak istedim, hiç görmediniz. Soruyorum size ne zaman gördünüz beni, ne zaman duydunuz yalnızlığımı? Kışın dondum üstümü mü örttünüz, yazın yandım bir damla su mu verdiniz? Ne zaman duydunuz ki şimdi duyacaksınız beni…”

                  Gecenin karanlığında gökyüzünde açılan çiçekli bir yol çağırdı onu, gülümsedi Tekir ve söylene söylene uçtu gökyüzüne, kanatsız…